Cenneti de cehennemi de bu dünyada yaşıyoruz. Kapitalist milyoner ve milyarderler, seçkinci-otoriter yöneticiler, egemen kimlikler ve savaş baronları için dünya adeta bir cennet iken; emekçiler, yoksullar, işsizler, kadınlar, ezilen kimlikler, mülteciler, demokrasi ve barışı savunanlar için bir cehenneme dönüşüyor.
Diğer yandan gelir bölüşümü eşitsizliği, yönetenlerin şatafatı, görgüsüzlüğü ve umursamazlığı ile birlikte artıyor. Artan işsizlik, açlık intiharları, yolsuzluklar, açıkça savunulan vergi kaçırmalar, talancı bir yaklaşımla el konulan müştereklerimiz ve kamusal kaynaklar, gerici yapıların ve kurumların bu durumu meşru gösterebilmek için her yola başvurmaları artık kapitalist sistemin neredeyse bütün kurumlarıyla birlikte çürümekte olduğunu gösteriyor.
Ülke bir bütün olarak zenginleşmiyor, bir küçük azınlık zenginleşiyor
Bölüşüm verileriyle başlayalım.
Bir çalışma (1) Türkiye’nin son 17 yılda dünyanın sayılı ekonomileri ve zenginleşen ülkeleri arasında yer aldığı yönündeki iddiaları çürütüyor. Çünkü ülkenin küresel servetteki payı binde 4’ün altında kaldı ( % 0,38, yani 1,36 trilyon dolar). 2007 yılında bu payın binde 8 ve 1,7 trilyon dolar olduğu dikkate alındığında (2) ülkenin son 12 yıllık süreçte (adaletsiz dağılımı bir kenara bırakın) bir bütün olarak zenginleşmediğini, aksine yoksullaştığını söylemek gerekiyor.
Ayrıca ülkenin nüfusu 83 milyonu aştı. 8,6 milyon nüfuslu İsviçre’deki toplam servet ise 3,9 trilyon dolar (küresel servetteki payı yüzde 1,1). 38 milyon nüfuslu Polonya’da 1,8 trilyon dolar (payı binde 5). Nüfusu 17,2 milyona yaklaşan Hollanda’nın toplam serveti ise 3,7 trilyon dolar (payı yüzde 1).
Öte yandan, ülke bir bütün olarak (sanıldığı gibi) zenginleşmese de, içimizden bazıları (özellikle de inşaat rantı ve silah sanayi üzerinden sağlanan kârlarla) inanılmaz servetlere sahip oldular. Nitekim bir uluslararası rapora göre İstanbul, serveti 500 milyon doları aşan zengin sayısında dünya kentleri arasında birinci sırada yer alıyor. (3) Geri kalan çoğunluğun yoksulluğu ise artarak sürüyor.
Gelir dağılımı adaletsizliğinin boyutları ise çok daha çarpıcı. Ülkede tepedeki en zengin yüzde 1’in milli gelirden aldığı pay yüzde 23,4; en zengin yüzde 10’un payı yüzde 54. Buna karşılık en alttaki en yoksul yüzde 50’nin payı sadece 14,6. (4)
Aşırı çalışma aşırı mutsuzluk getiriyor
Manipülasyonlara rağmen iki haneli oranda takılı kalan işsizliğin yanı sıra ülke OECD ülkeleri arasında haftalık 50,2 saatlik bir çalışma süresiyle en işçilerinin en uzun süre çalıştıkları bir ülke konumunu sürdürüyor. Üstelik işçiler böyle uzun saat ve güvenliksiz ve güvencesiz çalışmanın karşılığında sadece net 350 avro civarında asgari ücret alabiliyorlar. Sigortasız çalışan işçi sayısı ise resmi verilere göre 10 milyonu aşıyor.
Diğer yandan, Dünya Mutluluk Raporu (2019) ve OECD verilerinden derlenen bir çalışma (5) uzun saat çalışmanın işçilerin ve ailelerinin mutsuzluğunu ciddi biçimde artırdığını ortaya koyuyor.
Buna göre; OECD ülkelerinin en mutlu insanları diğer ülkelere göre en az saat çalışan insanları. Bu bağlamda ilk üç sırada yer alan ülkeler olan Finlandiya’da yılda 1,556 saat; Danimarka’da 1,406 saat ve Norveç’te 1,422 saat çalışıyor (OECD ortalamasının 123 saat- 276 saat altında çalışılıyor).
Buna karşılık en mutsuz işçilerinin (endişe, üzüntü ve kızgınlık belirtileri gösteren) yaşadıkları ülkeler olan Yunanistan’da yılda 1,946 saat; Türkiye’de 1,832 saat (OECD ortalamasının 150 saat üstünde çalışılıyor) ve Portekiz’de 1,722 saat çalışılıyor.
En mutlu 3 ülkede yolsuzluk oranının çok düşük, sosyal güvenlik ağının güçlü olduğu; buna karşılık en mutsuz Yunanistan’da ekonomik zorlukların ön planda olduğu açık. Türkiye’de ise hem (uzun saat ve düşük ücretli çalışma, hayat pahalılığı gibi) ekonomik, hem sosyal, hem de politik sıkıntılar insanların mutsuzluğuna neden oluyor.
Sınıf atlamak artık sadece bir hayal
Zenginler Kulübü’nün (Dünya Ekonomik Forumu) bir raporu ise emekçi çocuklarının sınıf atlama hayalini bütünüyle ortadan kaldıran tespitlerle dolu.
Küresel Sosyal Mobilite Raporu adlı bu raporda (6) 82 ülke sosyal mobilite açısından karşılaştırıyor. Bu kavram çocukların ebeveynlerinden daha iyi bir geleceğe sahip olmalarını sağlayan bir sosyo-ekonomik değişim biçiminde tanımlanıyor.
Buna göre eğer çocuklar mevcut kötü ekonomik ve sosyal statülerine mahkûm bir hayat sürdürürlerse bu durumda sosyal mobilite çok zayıf olarak değerlendiriliyor. Kavram beş faktörü esas alıyor: Sağlık, eğitim, teknolojiye erişim, istihdam fırsatı ve sosyal korumanın varlığı.
Ancak bu kavram toptancı bir yaklaşımdan üretilmiş bir kavram. Çünkü kadınlar ve diğer kimlikler, farklı etnik gruplar açısından konuyu ele almıyor. Oysa bu yapılsaydı ülkelerdeki kadınların, baskılanmış kimlik ve etnik grupların sosyal mobilite açısından diğerlerine göre çok daha kötü bir durumda olduğu görülebilirdi.
Bu eksikliğine rağmen rapor ülkeler arasındaki farklılıkları ortaya koyması açısından son derece önemli. Öyle ki en yüksek sosyal mobiliteye sahip İlk 4 ülke (83 /100 puan üzerindekiler) sırasıyla: Danimarka, Norveç, Finlandiya ve İsveç gibi İskandinav ülkeleri.
Türkiye ise 82 ülke arasında 64. Sırada (51,3 /100 puan) yer alabiliyor. Suudi Arabistan, Ekvator Ermenistan, Meksika ve Tunus gibi ülkeler Türkiye’den daha iyi bir sosyal mobilite performansı sergiliyorlar.
Sosyal mobilitenin düşük olduğu ülkelerde ücret düzeyleri çok düşük olduğu gibi, ülke yurttaşlarına yeterli sosyal koruma ve yeterli eğitim imkanı sağlanmıyor. Bunun sonucunda; güvencesiz ve güvensiz bir yaşam, kimlik ve onur kaybı ortaya çıkıyor, sosyal doku zayıflıyor, kurumlara, siyasal partilere, siyasal sürece güven duyulmuyor. (7)
Kurtuluş yok tek başına!
Raporda asıl çarpıcı olansa en gelişmiş ülkelerde dahi sınıf atlamanın neredeyse imkânsız hale gelmiş olması. Çünkü Danimarka’da düşük gelirli bir sosyal kesimden orta gelirliye yükselme en az 2 kuşak alırken, bu sayı Brezilya ve Türkiye’de 9’a çıkıyor.
Yani Türkiye’de (eşitsizliklerin bu haliyle kalması durumunda dahi) yoksulların bir üst sınıfa (orta sınıfa) yükselebilmesi için en az 90 yıl gerekiyor. Bu öngörü bile iyimser çünkü gelir ve servet dağılımı adaletsizliği sabit kalmadığı gibi, aksine giderek artıyor. İlave olarak sadece ekonomik değil, sosyal ve politik adaletsizlikler de giderek artıyor.
Durumun böyle devam etmesi halinde bırakın sınıf atlamayı ve zenginleşmeyi, mevcut yaşam standardını bile koruyabilmek imkânsız hale gelecektir. Kısacası dünya zenginler kulübünün raporu dahi tek başına kurtuluşun söz konusu olmadığını gösteriyor.
Sorumlu kim ya da kimler?
Gezegeni ve dünyayı cehenneme çeviren sadece kapitalizm midir? Ya da klasik bir deyimle “bütün bu olumsuzluklardan hepimiz kolektif olarak mı sorumluyuz?”
“Kolektif sorumluluk” kavramının her yerde kullanılması doğru değil çünkü sistemin öznelerinin sorumluluğunu ya da kusurunu gizlemeye hizmet ediyor. Bu olumsuzluklardan bir bütün olarak kapitalist sistem (üretim ve bölüşüm tarzı, devlet gibi) sorumlu olduğu kadar, sistemin özneleri sermayedarlar, egemenler, yönetenler, siyasetçiler de, kısaca muktedirler de sorumlu.
Çünkü açgözlülüğün sonu yok. Bu bir muktedir, seçkinci zengin hastalığı. Hep daha fazla zengin ve daha fazla güç sahibi olmak isterler, hiçbir zaman mevcutla yetinmezler. Sosyal piramidin en altındakiler ve ortasındakiler seslerini duyuramazsa ve toplum sadece seçkinci muktedirlerin açgözlülüklerine hizmet etmek için varsa, eşitsizlik düzeyi daha da büyür, sosyal doku paramparça olur ve toplum kendi kendini yok eder. Sonuçta sosyal ve politik parçalanma kaçınılmaz hale gelir.
Teşhir yeterli değil, direnç ve mücadele gerekiyor
Özcesi 21.Yüzyılda (200 yaşını aşan sanayi ve finans kapitalizmi çağında) gezegen, insanlık, dünya ve ülke çok ciddi sorunlarla karşı karşıya.
Öncelikle işçi sınıfı başta olmak üzere, emekçi sınıf ve katmanların yoksulluğu, işsizliği artıyor, yaşam düzeyleri kötüleşiyor. Çünkü emek sömürüsü sistematik bir biçimde sürüyor ve gelir bölüşümü adaletsizliği tarihte görülmemiş ölçüde arttı.
İkinci olarak toplumsal cinsiyet eşitsizliği büyüyor. Eve kapatılan, ev içi üretimlerinin karşılığı ödenmeyen, cinayetlere, ayrımcılığa, tacizlere uğrayan kadınlar bu yüzyılın modern kölelerine dönüştürülüyor.
Üçüncü olarak, farklı kimlikler, etnisiteler, inançlar üzerindeki baskılar daha da arttı, bu kimlikler egemenlerce, birbirlerine karşı olarak da kullanılıyor.
Dördüncü olarak, militarizm arttı ve paralelinde bölgesel savaşlar yoğunlaştı. Bununla birlikte görülmemiş ölçüde bir mülteci, sığınmacı sorunu ve bunun da körüklediği ırkçılık artışı yaşanıyor.
Son olarak, kapitalizmin demokrasi ile evliliğini askıya aldığı görülüyor. Giderek despotik, otoriter, pro-faşist yönetimler işbaşına geliyorlar. Bunun sonucunda demokratik hak ve özgürlükler ortadan kaldırılıyor.
Yeni bir hikâyemiz olmalı
Kuşkusuz tüm bu kötülükleri, toplumsal çöküş ve parçalanmayı olduğu kadar, bu kötülüklerin içinde yeşerdiği kapitalist-emperyalist sistemi de teşhir etmek gerekiyor.
Ancak tek başına teşhir yetmiyor. Ona karşı bilinçli bir mücadeleyi ve direnişi de örgütlemek gerekiyor. Yani teşhir ve mücadele eşanlı, bir arada olmak zorunda. Ne tek başına teşhir etmek yeterli, ne de yeterli bir teşhir olmadan mücadeleye girişmek.
Eğer sözünü ettiğimiz toplumsal çöküş ya da parçalanma, kötü değil de iyi yönde bir çözüme kavuşturulacaksa bunun için yeni bir hikâyeye ihtiyacımız olduğu açık.
Çünkü gün, eskinin çöktüğü ve önümüze tarihsel bir fırsatın geçtiği gün aynı zamanda. Bu “artık bizim zamanımızın geldiği” demek. Mevcudun çöküşünden yeni bir dünyanın yaratılabilmesi ancak söylenecek doğru bir hikâyenin varlığıyla mümkün. (8)
Öte yandan yeni bir hikâyemiz yoksa eskisini etkisiz kılamayız. Eskisi ne kadar kötü olursa olsun, onu ne denli teşhir edersek edelim, yerine yenisini koymadan onu yok edemeyiz. Meydan okuma sadece ve sadece yerine yenisini koyduğumuzda gerçekleşir.
Teması, değerleri belli, basit bir hikâye
Yeni hikâyemiz son derece sade, basit bir hikâye olmalı. Bu hikâyenin ana teması şu olmalı: “Yaşadıklarımız kaderimiz değildir, yeni bir dünya yaratmak ve buna uygun yeni bir toplum kurmak mümkün ve gereklidir”. Yani sınıfsız, sömürüsüz, ezen ve ezilenlerin olmadığı bir toplum ütopyası.
Bu temanın (geliştirilmeye açık olarak) temel değerleri ya da ilkeleri ise şunlar olabilir: Emekten yana, doğa dostu, kadını güçlendirici ve özgürleştirici, farklı kimlikler, etnisiteler ve inanç gruplarının haklarına ve özgürlüklerine saygılı, barıştan yana ve çoğulcu-demokratik.
Ekonomik ve sosyal kalkınma ve gelişme stratejileri de bu temaya ve değer ve ilkelere uygun olarak tasarlanmalı. Yani nasıl bir toplum ve dünya istiyorsak ona uygun bir gelişim stratejisi kurgulanmalı.
Bu kurgunun toplumun çeşitli kesimlerle buluşturulması ise bunun üzerine anlatılacak yeni hikâye ya da hikâyelerle mümkün olabilir. Bu hikâyenin dili kolay anlaşılır, pozitif ve esin verici, cesaretlendirici, umutlandırıcı olmalı. Kısa ve öz ve tekrarlanabilir olmalı, akılda kolayca tutulabilmeli. İçsel tutarlılığı olmalı. Bu toplumun en başta tüm ezilenlerini içeren bir hikâye olmalı ve başından sona kadar gelişmeyi, ilerlemeyi, kurtuluşu anlatmalı.
Bu yolda William Morris’in “Hiçbir Yerden Haberler” adlı romanını ya da Yaşar Kemal’in “İnce Memed” adlı romanını tekrar okumak iyi bir fikir olabilir.
Entelektüelin iyimserliği
Bu hikâyeye özellikle de entelektüeller inanmalı. Olin Wright’ın dediği gibi şimdi bunun da zamanı:
“Bir zamanlar Gramsci sosyal adalet mücadelesinin entelektüelin karamsarlığını, buna karşılık iradenin iyimserliğini gerektirdiğini ileri sürmüştü. Bugünün dünyasında entelektüelin de iyimserliğine ihtiyacımız var. Bu iyimserlik özgürleştiren seçenekler için reel potansiyelimizin anlaşılmasına ve sosyal dönüşüm için gerekli pratik stratejilerin oluşturulmasına yardımcı olur.” (9)
Bugünü tanımlayan ve geleceğe yön veren hikâyelerimiz yoksa umut da yoktur. Kaçınılmaz olarak, politik yenilgimiz; hayal etme, yeni hikâye yaratma konusundaki başarısızlığımızdan kaynaklanır.
Çünkü teorik olarak ne denli güçlü ya da bilimsel olursa olsun, insanlar eğer bu söylenenin arkasında iyi bir hikâye varsa ve bu hikâye yeterince sıklıkla anlatılıyorsa ona inanmayı sürdürürler. Bilimsel verilerle ve gerçeklerle yalanları her zaman etkisiz kılmak mümkün değildir. Hatta insanlar anlamsız bir biçimde daha da kemikleşmiş olarak iktidar sahiplerinin anlattıkları hikâyelere inanmayı sürdürebilirler. (10)
“Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım” ( Mevlana)
Mikro alanlarda bu hikâyeler her yanlış hikâyenin karşısına doğrusunu çıkartmakla yazılabilir. Örneğin, “yerli ve milli otomobil” projesi söylemine sadece gerçek anlamda yerli ve milli olmadığı için karşı çıkmak, bunu teşhir etmek buna verilen desteği ortadan kaldırmaz, hatta sorgulamaktan uzak kitlelerin buna daha fazla sahip çıkmasıyla sonuçlanabilir.
Buna karşı bizim doğa ile uyumlu, istihdam yaratan, eşitsizlikleri azaltan, insanlara boş zaman bırakan tamamıyla ücretsiz kamusal toplu ulaştırma sistemi kurmak gibi bir hikâyemiz olmalı ve bu hikâyeyi bıkıp usanmadan anlatmalıyız.
Özcesi pozitif ve öneriler içeren yeni bir hikâyemiz olmalı. Bu karşıtlık biçiminde ya da reaktif (tepkisel) olmamalı. Eğer böyle bir hikâyemiz yoksa hiçbir şey değişmez. Makro düzeyde “yeni bir yaşamı ve bunun ekonomisini ve siyasetini” anlatan yeni bir hikâye değişim ve dönüşümün başlangıç adımı olabilir.
DİP NOTLAR:
(1) “All the worlds wealth in one visual”, https://howmuch.net (17 January 2020).
(2) Mustafa Durmuş, Kriz Darbe Savaş Kıskacında Türkiye Ekonomisi, İmge Yayınevi, 2018, s. 149.
(3) World Ultra Wealth Report 2019’dan aktaran https://haber.sol.org.tr/…/istanbul-dunyanin-en-fazla-super… (3 Ekim 2019).
(4) World Inequality Database 2018 (erişim tarihi: 25 Kasım 2019).
(5) Marcus Lu, “Can a Shorter Workweek Make People Happier?”, https://www.visualcapitalist.com (14 February 2020).
(6) World Economic Forum, The Global Social Mobility Report 2020, Quality, Opportunity and a New Economic Imperative, http://www3.weforum.org/d…/Global_Social_Mobility_Report.pdf (January 2020).
(7) Agr.
(8) George Monbiot, Out of the Wreckage-A New politics for anage of crisis, Verso, 2017, s. 1-6.
(9) “Erik Olin Wright has contributed to making utopias real”, economicsociology.org (13 November 2019).
(10) Monbiot, agk.