İlham Bakır
Dünya sinemasında, Türkiye sinemasında, Kürt sinemasında üretilen filmlerin çok büyük bölümü hem biçimsel olarak hem yaklaşım olarak hem de içerik olarak insana, insanlık durumlarına, insan doğa, bitki, hayvan, ilişkilerine dair yeni bir şey söylemekten gerçekten de çok uzak. Elbette bu sadece sinema için geçerli değil, diğer sanat dalları için, filozofik ve entelektüel üretim için de aynı şeyleri söylemek mümkün. Elbette bunda kapitalist sistemin yaşadığı tüm krizlere rağmen mutlak hegemonyasını ilan etmiş olmasının ve kendisinin ebedi sistem olduğuna dair yaratmış olduğu iknanın insanlarda yeni bir yaşam tasavvur edemez duruma gelmesinin çok önemli bir etkisi var. Yeni bir yaşam tasavvurunun bu kadar zayıf olduğu bir dünyada elbette sanatın da yeni bir şey söyleme kapasitesi oldukça daralmış oluyor. Sanatçının toplumun yaşadıklarının dışına çıkabilme, kitlelerin göremediğini görebilme ve dolayısıyla yeni bir yaşam tasavvuruna dair yeni bir şeyler söyleyebilme kapasitesi olduğunu kabul etsek bile bunun çok güçlü toplumsal zemini yoksa sanatçının da bu kapasitesi ne yazık ki ya harekete geçemiyor yahut harekete geçse bile toplumda bir karşılık bulamıyor.
Sinema, sanat özünde yeni bir söz söylemek, yeni bir sözün sahibi olmak demektir. Ya da yeni bir çığlık biçimi yahut yeni bir susma biçimi. Ama içinde mutlaka bir yeniyi barındırmalıdır. Alışılagelinenin, yapılagelenin, söylenegelenin tekrar edilmesi bir sanatsal eylem olmadığı gibi sanat gibi inceltilmiş bir yöntemle eskinin, alışılagelenin yeni bir şeymiş gibi anlatılması insanları yeni yaşam tasavvuru geliştirmekten alıkoyduğu için de ayrıca insanlık adına tehlikeli bir şeydir de. Yeninin üretilemediği bir yerde yozlaşmanın gelişmesi kaçınılmazdır. Durgun su mutlak çürür. Yeniyi yaratmak, durgun suyu devindirmektir. Dünyanın büyük film festivallerinde gösterilen, ödül alan dünya sinema otoritelerinin beğenisine mazhar olan filmlerin neredeyse çok büyük bölümünün tek bir yeni lafı yok. Geliştirilmiş yeni çekim ve kurgu-montaj teknikleri dışında yeni bir şey görmek mümkün değil neredeyse. Biraz farklı biçimsel denemeler ve kurgular bile bu yeniliksizlik içinde insana heyecan veriyor. Dünya sinemasında olduğu kadar Kürt sinemasında da yeni bir sözün sahibi olan çok az filme rastlamak mümkün. Büyük kapitalist merkezler dışındaki dünyada üretilen sinema filmlerinin ve Kürt filmlerinin neredeyse büyük bir bölümü bu büyük festival filmlerine özendikleri için onlar da farklı bir şey söyleyebilme imkanlarını heba ediyorlar. Teknik olarak da daha zayıf oldukları için hepten izlenemez bir çöp haline geliyorlar.
Oysa felsefenin de bir bütün olarak sanatın ve sinemanın da yeni bir söz söyleyebilme kapasitesinin bu büyük ve orta ölçekteki kapitalist merkezler dışındaki yerellerde olma potansiyeli çok büyük. Çünkü merkezin değil, çevrenin yeni bir söz söyleme, yeni bir yaşam tasavvuru geliştirme ve yeni bir yaşamı kurmaya ihtiyacı var. Her türlü merkez, statükoyu korumanın, yeni bir söz söylenmesini engellemenin, eskinin, çürümüş ve kokuşmuş olanın yeniymiş gibi sunulmasının merkezidir. Bu yüzden de yeni bir söz söylemek isteyen bir sinemacının, yeni sorular sormak isteyen filozofun, yeni bir dünya tasavvur eden siyasetçinin kendisine kıble edineceği yer merkezler değil çevredir, kendi yanı başıdır. Kendi toplumu ve toplumsallığıdır. Yerelin yeniyi üretebilme kapasitesini görebilen ancak yeni söz söyleyen olabilme şansı yakalayabilecektir. Kürdistan özgürlük paradigması kendisini yeni bir söz söyleyebilme üzerinden inşa edebildiği, sözünü ve eylemini sürekli yenileyebildiği için sürekli Talibanlar, El Kaideler, DAİŞ’ler üreten bir bataklığa dönüştürülen Ortadoğu’da özgürlük vahaları yaratabiliyor. Yeni bir söz kurmayı düşünmeden, bu sözü kuracak süreçlerle kendini beslemeden ve yeni bir söz kurmadan yeni bir film yapmaya kalkışmanın, buraya emek ve çaba yatırmanın hiçbir anlamı ve değeri yoktur.