Bir doğa olayı olan depremin felakete dönüşmesiyle siyasetin ve toplumun fay hatlarında epey bir enerji birikti. Deprem sonrası ortaya çıkan fotoğraf, vergilerle ayakta duran iktidarın üretici güçler üstünde bir yüke dönüştüğüdür. Deprem vergilerinin suyunu çekmesi, Kızılay’ın çadırları ve bağışlanan kanları kâr amaçlı satması, mevcut rejimin nasıl kemirgen bir yapı olduğunu da gösterdi. Uzunca süredir siyasi, iktisadi rantını ve ikbalini her şeyin üstünde tutan bir avuç oligarkla karşı karşıyayız. O nedenle bu rejim, toplumun sorunlarına çözüm üretmekten uzaktır, tersine çözümsüzlüğün baş müsebbibidir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni, bürokratik oligarşi eleştirisi ve “karar alma süreçlerini hızlandıracağız” hedefiyle topluma yutturmaya çalışanlar, günün sonunda tek adamın ağzının içine bakan hesapçı, liyakatsiz, inisiyatifsiz bir bürokrasi ve hantallaşmış, parçalı, kendi içinde birbirine güvensiz bir yönetim oluşturdular. Deprem, bütün bu gerçeklikleri daha net görmemizi sağladı ve yurttaşların değil tek adamın ihtiyaçlarına göre bir sistemin inşa edildiği artık toplumun büyük çoğunluğunun malumu. Elbette ki iktidarın bu kadar katı-merkeziyetçi bir sistemde ısrar etmesinin nedeni, kendi ideolojik angajmanlarına göre bir devlet ve toplum yaratma hedefidir. Kurumları kendi talimatlarının dışında hareket edemez durumda tutmasının, toplumu yargı ve kolluk eliyle kuşatmasının nedeni de budur. Askerleri arama-kurtarma faaliyetlerine göndermemesi, devlet içi kurumsal korkunun; toplumsal muhalefetin ve yurttaşların iktidardan önce deprem bölgelerine ulaşmasını, hakaret ve tehditlerle kriminalize etme çabası da toplumsal meşruiyet zemininin kaybolacağından duyduğu korkunun ifadesidir. Neresinden bakarsanız bakın tam bir korku imparatorluğu. O nedenle yarattığı korku iklimi, kendi iktidarından olma korkusunun da bir dışavurumudur. Bu yönüyle paranoyak, zayıf ve bitap düşmüş bir siyasi enkazla karşı karşıyayız. Teşbihte hata olmaz; saraylıların depremzedelerin isyanı ve halkın öfkesi karşısında yaşadığı korku, tıpkı İskoç halk önderi William Wallace’un işkencede son nefesini verirken “özgürlük” haykırışını duyan İngiltere kralı Uzun Bacaklı Edward’ın sarayında yaşadığı korku gibidir.
“Kindar ve dindar nesiller” yaratma çabasının altında da toplumdaki barışçıl, demokratik ve özgürlükçü değerlerden duyduğu bu korku yatmaktadır. Haliyle bu korku, cemaatler ve tarikatlar eliyle sosyal ve kültürel iktidar olma hedefini de hep canlı tuta geldi. İktidarı boyunca bu hedef doğrultusunda kamuya ait kaynakları kendisine yakın cemaatler, tarikatlar ve vakıflar üzerinden yandaş toplum inşasına harcadılar. Yoksa vatandaşların yıllardır ödediği deprem vergilerinin buhar olmasını nasıl izah edeceğiz? Dolayısıyla artık ödediğimiz vergiler bize yol, su elektrik olarak geri dönmüyor. Aksine hayatlarımızın kültürel, sosyal, siyasal ve ekonomik olarak kuşatılması olarak geri dönüyor. Kendi vergilerimizle kendi yaşam alanlarımızın kuşatılmasını sağlıyoruz ya da en hafif değimiyle buna seyirci kalıyoruz. Makam arabalarına, yandaş sermaye gruplarına, müteahhitlere ve saray harcamalarına giden vergilerden bahsetmeye gerek bile yok. İktidar, bu özellikleriyle kamu kurumlarında ve bürokraside ahlaki çürümenin, rantçı kültürün ve toplumdaki kutuplaşmanın da baş sorumlusudur. Kızılay gibi varlık gerekçesi kâr amacı gütmeyen bir sosyal hizmet kuruluşunun dahi çadırları fahiş fiyatlara satarak depremde bile ekonomik rant devşirmesi ve Erdoğan’ın itiraf niteliğindeki “Adıyaman’da birkaç gün yetersiz kaldık” açıklamasının işaret ettiği deprem illeri arasındaki ayrımcı politikalar, tam da bahsettiğimiz bu iktidar sorumluluğunun somut delilleridir.
Felakete dönen deprem günlerinde bile rantçı, ayrımcı ve korku siyasetine başvuranlar karşısında elbette ‘şimdi siyaset zamanı değil’cilerden değiliz. Ödediğimiz vergiler savaş bütçesine ayrılacak, yandaş müteahhitlerin vergi borçları affedilecek, deprem vergileri suyunu çekecek “aman şimdi siyasetin zamanı değil” mi diyeceğiz? Asla! Asıl şimdi politika zamanı. Çünkü deprem bir doğa olayıdır ama depremin felakete dönüşmesi politiktir. Tarım arazilerinin imara açılması, kentsel dönüşümün beton ekonomisine dönüştürülmesi de son derece sınıfsal ve politiktir. Bir avuç bezirganı semirtmek için halkı sömürenler, politikayı devlete ve egemen sınıfa ait bir şeymiş gibi bize yutturmaya çalışıyorlar ama nafile. Bilmekteyiz ki politika enkazın altında kalan canlardır; politika soframızdaki ekmektir, aştır; politika hayatın kendisidir. İşte o yüzden gün politika yapma zamanıdır; gün, bizi enkaz altında bırakanlardan, köleleştirenlerden, yoksullaştıranlardan, göçertenlerden, vergilerimizi çalanlardan hesap sorma zamanıdır. Vergi hırsızlarından bahsetmişken Marx’ı anmadan olmaz. Marx, “köylü şeytanı resmetse onu vergi tahsildarı kılığında resmeder” der. Şeytanın bugün kimlerin suretlerinde belirdiğini izah etmeye gerek bile yok. O halde ödediğimiz vergileri savaşın, yıkımın, yoksulluğun, zorunlu göçün, sosyal ve kültürel kuşatmanın aracısı kılan tahsildarlara karşı yeni başlangıçlar yapma zamanıdır.