ABD’de yaşanacağı artık kesinleşen yönetim değişikliğinin etki alanları arasında Ortadoğu’nun bulunması kaçınılmaz. İran’la yenilenmesi beklenen nükleer anlaşma yanında Yemen, Libya ve Suriye gibi çatışmalı bölgelere Biden yönetiminden gelecek müdahaleler, yakın geleceği büyük ölçüde belirleyecek. Bu listeye, Filistin meselesinde İsrail’e ve İran karşısında Suudi Arabistan rejimine verilen açık çeklerin gözden geçirilmesi de eklenebilir.
Bu müdahaleler, Trump’ın şahsi ve ani kararlarıyla yap-boz tahtasına dönen Ortadoğu siyasetinin en azından tahmin edilebilir bir rotaya yeniden oturtulması amacı taşıyacak. Trump’ın yarattığı belirsizlik atmosferi, Erdoğan yönetimi tarafından bir bölgeye yayılma fırsatı olarak değerlendirilerek limitlerine kadar kullanılmış bulunuyor.
Obama-Biden yönetiminin denetimi altında bir ‘ılımlı İslam’ ve ‘demokratikleşme’ modeli olarak yıldızı parlatılan Türkiye; Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyalarının özellikle Sünni kitleleri nezdinde bir ‘yumuşak güç’ olarak yükselme grafiği gösteriyordu. Ama ‘Arap Baharı’nın özellikle Mısır’da yaşanan sonuçları ve Suriye’de kısa sürede tırmanışa geçen iç savaş ortamı, milliyetçi/maceracı odakların ‘lebensraum’ ideallerini okşadıkça, Erdoğan’ın gönlünde yatan Mehdi ya da Halife olma heveslerini de tetikliyordu. Bu Türk-İslam bulamacının iyice köpürüp kazanından taşmaya yüz tuttuğu moment, Trump döneminin başlangıcı ile kesişiyordu.
Trump’ın ABD müesses nizamının içeride olduğu gibi dış siyaset yönelimlerini de bozma kararlılığından kaynaklanan belirsiz ve istikrarsız yaklaşımları, Erdoğan rejimi için bölgesel bir ‘sert güç’ denemesinin önünü açtı. Bu askeri yayılma ve ilhak macerası içinde ülkenin doğal, insani ve ekonomik kaynakları hoyratça hırpalanarak kurutulmuş bulunuyor. Bir hafta içinde ardı ardına yaşanan dramatik gelişmeler (Berat Albayrak’ın kovulması, yargı reformu ilanı, yeniden ‘Kürt açılımı’ söylentileri ve ordunun patronu Hulusi Akar’ın yeni ABD yönetimine S-400 pazarlığı çağrısı) üzerine yapılan Erdoğan rejiminde ‘Biden ayarı’ yorumu yanlış değil. Ama böyle bir ayar ihtiyacının, ülkenin ve toplumun saldırgan dış politikalar sonucu içine sürüklendiği ekonomik ve sosyal iflastan kaynaklandığı da göz ardı edilmemeli.
Yakın gelecekte Türkiye’nin Trump yönetimi altında yaşadığı ‘yaramaz ergen’ profilini terk ederek Avrupa’nın talimatlarını dinleyen, Fransa ile kopma noktasına gelmiş ilişkilerini onarmaya yönelen sadık ve munis bir NATO müttefiki ve ABD jandarması rolüne geri dönmesi beklenebilir. Ama bu keskin dönüşler içinde feda etmeyi göze alamayacağı son madde, özellikle Suriye’deki Kürt oluşumu karşısında devletin derin koridorlarında çizilerek Erdoğan’a dayatılmış olan ‘kırmızı çizgi’ olacaktır.
Joe Biden, 2002 yılında Erbil’deki Kürdistan Parlamentosu’nda ABD Senatörü sıfatı ile yaptığı konuşmada, “Kürtlerin tek dostunun dağlar olmadığını” göstermeyi amaçladığını söylemişti. 2006’da öne sürdüğü Irak’ın (Kürt, Şii ve Sünni yönetimlerinden oluşandan) üç bölgeli bir federasyona dönüşmesi önerisinde ısrarcı olmasa da, Kürt varlığına bakışının son yıllarda Türk milliyetçiliğinin retoriği ve pratiğine çanak tutan Trump’dan farklı olduğu ortadadır. Trump’ın Türkiye sınırındaki ABD birliklerini çekerek Rojava’ya Türkiye’nin askeri müdahalesine yol verme kararını Kürtlere ihanet olarak yorumladığı da biliniyor.
Bütün bu veriler, Kürt düşmanı ‘kırmızı çizgi’ ile Biden yönetimi arasında bir anlaşmazlığın eninde sonunda kaçınılmaz olduğu sonucuna işaret ediyor. Joe Biden’ın seçim başarısı sonucu Erdoğan rejiminde hemen yaşandığına tanık olduğumuz depremin artçı sarsıntıları, şimdikinden çok daha şiddetli olabilir.