Yazar Volkan Yaraşır, dünyada ve Türkiye’de kapitalizminin yaşadığı ‘çoklu kriz’ halini değerlendirdi: Türkiye kapitalizmi hızla militarize oluyor ve savaş ekonomisini besliyor. Kürt Sorunu’nun varlığı ve savaş ekonomisi aslında birbirini koşullayan gelişmeler. Savaş ekonomisi krizi besleyen bir faktör ama bu tercih ciddi sermaye birikiminin de önünü açıyor
M. Ender Öndeş
Dünya eskisi gibi değil; eskiden kriz yılları ve hatta o yılların meşhur iktisatçıları filan çok belirgindi. Şimdi, neredeyse her alanda kesintisiz bir kriz hali yaşanıyor artık ve bu durumu tanımlamak için yaygın olarak -tıptaki çoklu organ yetmezliği terimine atıfta bulunularak- “çoklu kriz” kavramı kullanılıyor. Dünyada durum böyleyken, AKP-MHP rejimi, zaten ‘kırılgan’ olan, krizler içinde debelenen ekonominin üzerine bir rant ve savaş yükünü de bindirerek durumu daha vahimleştiriyor. Öte yanda düzen muhalefeti ise şimdilik halka şu anda yaşanandan farklı bir seçenek sunmuş değil. Hem siyasette, hem de ekonomide adeta ‘AKP’siz bir AKP’ düzeninin işaretlerini veriyor.
Yazar Volkan Yaraşır ile bütün bunları ve ezilenlerin duruma müdahale imkânlarını, işçi hareketlerini konuştuk.
- Dünya kapitalist sistemi, pandemiyle birlikte sanki biraz daha dibe doğru çöktü. Çok kısa bir toparlama yapsak, günümüzde kapitalizmin işleyişi, gezegenin ekolojisi ve işçi sınıfı, yoksullar açısından genel durum ve gidişat nedir?
Evet. Dünya eskisi gibi değil. Bir tarihsel momentten geçiyoruz. Yüksek bir konjonktürün içindeyiz. Bu momenti belirleyen temel olgu genelleşmiş kriz, organik kriz gibi farklı tanımlamalar yapılsa da kapitalizmin yapısal krizidir. Her yapısal kriz sadece ekonomik krizi içermez. Aynı zamanda emperyalist özneler arasında hegemonya krizini/ savaşını, siyasal ve toplumsal krizleri, gıda krizini, uygarlık krizini tetikler. Çoklu kriz vurgusu bunun üzerinden yapılıyor. Bugün açısından ayrıca yeni nesil kriz diye tanımlayabileceğimiz ekolojik ve sağlık kriziyle/pandemiyle karşı karşıyayız. Bütün bu gelişmeler aslında kapitalizmin varoluşsal krizini açığa çıkarıyor. Bu süreç aynı zamanda müthiş bir asalaklaşma ve çürüme halini ortaya koyuyor. Afrika kıtasında 3 tane milyar dolarlık zengin, kıtada yaşayan nüfusun yüzde 80’nin gelirlerinden daha fazla yıllık gelire sahip. Dünyanın en zengin 26 kişinin serveti dünya nüfusun yarısına eşit olması parazitlenmenin boyutunu ortaya koyuyor. Marx’ın emeğin kapitalist sistemde sermayeye harika olanaklar yarattığı söylerken, işçiler için yoksulluk ve yoksunluklar ürettiğini söyler. Bugün küresel düzeyde milyarlarca insan olağanüstü yoksullaşma ve sefalet ve açlık içinde. Pandemi koşulları sorunları daha da derinleştirdi. Ekolojik kriz artık bir eko-ölüm noktasına ulaştı. İşçi sınıfı despotik emek rejimleri içinde atomize olmuş ve organik bütünlüğünü kaybetmiş bir halde. Kısaca durum önce Engels, sonra Rosa’nın vurgusu olan “Ya sosyalizm, ya da barbarlık” tan daha vahim bir aşamaya geldi. Artık “Ya sosyalizm, ya da ölüm” seçeneğiyle karşı karşıyayız. Gerçekten kapitalizmin insanlık için ölümden başka vaat edeceği bir şey yok. Kapitalizm Yunan mitolojisindeki Thanatos’tur yani ölüm tanrısı. Thanatos ölümü simgelemez, o ölümün kendisidir.
- Yaşanan yüksek konjonktür nelerin önünü açtı. Özelikle kapitalist kriz sonrası dünyayı saran ayaklanma ve isyan dalgalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kapitalizm yapısal krizleri sınıfsal antagonizmayı yani emekle sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi şiddetlendirir. Ve iki olasılık ortaya çıkar: İmkân ve Tehdit. İşçi sınıfı ve kitleler örgütlüyse ve devrimci bir önderlik varsa devrimin imkânı doğar. Eğer kitleler ve işçi sınıfı örgütsüzse karşı devrimci süreçlerin ya da faşist dalganın yaşanması kaçınılmazdır. 2008 sonrası süreç aslında üç dalga halinde gerçekleşen halkaların isyan ve ayaklanmalarına sahne oldu. Hatta son Singapur, Arjantin, Arnavutluk’taki gelişmelerle birlikte dördüncü dalganın içinde olduğumuz söylenebilir. 2009- 2010’da Güney Avrupa’yı baştanbaşa saran sınıf ve kitle hareketi 2011’de Kuzey Afrika’ya sıçradı. Bu süreçte en zayıf halka olarak Yunanistan öne çıktı. Yunanistan’da uzun süreli bir devrimci durum yaşandı. Ne yazık ki sol reformist Syriza çizgisi bu yıkıcı enerjiyi absorbe etti. 2011, 2013 arasında aslında Akdeniz havzası bir devrimci odak haline dönüştü. 2011 yılında Mısır ve Tunus’ta aşağıdan devrim olanağı doğdu. 30 yıllık diktatörlükler muazzam kitle mobilizasyonları sonucu yıkıldı. Ne var ki farklı restorasyon hamleleriyle aşağıdan devrim olasığı engellendi. Restorasyon politikalarını bir karşı devrimci taktik olarak gördüğümü belirteyim. Mısır ve Tunus’u 2012’de Rojava takip etti. Bana göre Rojava deneyimi bir heterodoks devrim pratiğidir. Kadın devrimi bu heteredoksinin eksenini oluşturur. 2013 Gezi Ayaklanması bu sürecin devamıdır. İkinci dalga 2016-2018’de yaşananlar olabilir. Hindistan’da yaşanan tarihin en büyük genel grevi başlangıç olarak ele alınabilir. Metropolde sınıfın organik parçası olarak Sarı Yelekleri gördük. Yine aynı tarihlerde kadın özgürlük hareketinde muhteşem gelişmeler oldu. Küresel feminist grevleri yaşandı. Üçüncü dalga ise 2019 ve 2020 yaşandı. 44 ülkeyi saran ayaklanmalar ve isyanlar yaşandı. Bu dalgalanmalarda en dikkat çeken yön kent ayaklanmaları şeklinde gelişmeleri oldu. Yani kent ayaklanmalarının önümüzdeki dönemin devrimci stratejisinde son derece belirleyici bir içeriğe sahip olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Kitleler her şeye rağmen başka bir dünya arayışını inatla ve umutla sürdürüyor. Aynı dönem devrim ve karşı devrim salımı ya da diyalektiğine bağlı olarak bir faşist dalganın önünü açtı. Hindistan’da Mudi kimliğiyle öne çıkan Doğu Asya faşizmi, Brezilya, Bolivya, Venezüella ‘da yaşanan farklı karşı devrimci hamleler ve Bolsonaro kimliği, Macaristan’da Orban ya da Trump kimliği tesadüfi değil, içine girilen tarihsel momentin, sınıflar mücadelesinin ürünüdür. Faşist dalganın ülke özgünlüklerindeki biçimlenişleridir.
- Bu arada, pandeminin başında işçi sınıfının artık iyice yok olacağı, her bir şeyin dijital ortamlarda yapılacağı yeni bir dünyaya yelken açıldığı kehanetleri vardı ama kargocular ve motosikletli çocuklar bozdu her şeyi…
Bu tartışmaların ömrü çok uzun sürmedi. Pandemi süreci dediğiniz gibi asıl önemli olan sınıfın farklı katmanlarının, fraksiyon ve segmentlerinin hatta en marjinal kabul edilen kesimlerinin ne derece stratejik bir rol oynayabileceğini ortaya çıktı. Bence asıl olarak devrimci hareket bunun üzerinde düşünmeli. Ne var ki post- modernizm ve onun daha stilize şekli olan post-Marksizm devrimci hareket üzerinde bilinenden daha fazla ideolojik hâkimiyete sahip. Sınıf birçok siyasal eğilim için sadece ilişki kurulması ya da temasın kurulması gereken bir kesim olarak ele alınıyor. Yani tarihsel özne, devrimci sınıf, insanlığın evrensel kurtuluşunun işçi sınıfın kurtuluşuyla içiçe olma olgusu, evrensel kurtuluşun öznesi olarak, evrensel sınıf olma özelliği, özgürlük dünyasına geçisin öznesi olma niteliği birçok siyasi çevre tarafından kavranmış değil. Bu aynı zamanda Marksizm temel sistematiğinin kavranmaması anlamına geliyor. Post- Marksizmi bütünlükçü bakışın reddi ve tarihin reddi olarak tanımlayabiliriz. Bu aynı zamanda devrimci örgütün, sınıflar mücadelesinin ve sınıfın reddi anlamına gelmektedir. Ama tarih geri dönüyor ve sınıf her katmanıyla ne derece yıkıcı bir güç olduğunu ortaya koyuyor. Ve anti- kapitalist kopuş için ne derece stratejik rol oynayabileceği gösteriyor. Motorlu kuryelerin, kargo işçilerinin, amazon işçilerin eylemlerini işin daha uvertürü diyebiliriz.
- Öyle görünüyor ki, bizdeki iktidar, bu genel kriz halini bahane etmeyi sürdürecek. Şunu sormak istiyorum: Türkiye, özel olarak da bu iktidar, dünya kapitalist sisteminin krizinin üzerine kendisi ne ekliyor? Niye bu kadar ‘kırılgan’ bir ekonomi var Türkiye’de?
Türkiye kapitalizminin sermaye birikimi gibi yapısal bir sorunu var. Ben Türkiye’yi ikinci kuşak kapitalist ülkeler içine koyuyorum. Bu sorun ekonomiyi sürekli dış kaynağa bağımlı yapıyor. Hem de bu bağımlılık deyim yerindeyse narkotik bir bağımlılık. Yani dış kaynak geldiğinde ekonomi sanal ya da spekülatif bir büyüme içine giriyor. Dış kaynakta yaşanan her hangi bir problem yıkıcı sonuçlar ve kriz yaratıyor. Varolan siyasi iktidar 2002 ile 2015 arasında küresel konjonktürün de etkisiyle bol ve ucuz döviz sayesinde, ekonomide spekülatif büyüme kaydetti. Bu olgu siyasal iktidarın manevra yapabilme kabiliyetini artırdı. Ve kendi organik sermayesinin palazlanmasını sağladı. Ayrıca yoksulluğu farklı enstrümanlarla yönetebilme şansı kazandı. Ne var ki 2015 sonrasında FET ve Avrupa Merkez Bankası’nın parasal genişleme politikasını terk etmesi, sıcak para hareketlerin merkez ülkelere yönelmesine ve bol ve ucuz döviz döneminin bitişine yol açtı. Türkiye gibi aynı kuşakta yer alan ve benzer dinamikler gösteren ülkelerde kriz olasılıkları yükseldi. 5’li, 8’li kırılgan ülkeler tanımı bu dönemde yapılmaya başlandı. Diğer yandan aynı süreç kapitalizm yapısal krizinin üçüncü fazına girişi simgeledi. 2018 Arjantin ve Türkiye’de aynı tarihte yaşanan döviz krizi bu gelişmelerin ürünüdür. Ardından bildiğiniz gibi 2019 ve 2021 sonunda iki döviz krizi daha yaşandı. Kısaca Türkiye şu an krizi öteliyor ve kitleler gözünde normalleştirmeye çalışıyor. Ne var ki artık kriz bütün çıplaklığıyla ortada. Ve Türkiye yıkıcı bir borç krizi çevrimine girmiş durumda. Bütün parametreler bunu gösteriyor.
- Bu aralar faiz artırma/indirme, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı gibi laflar vatandaşın dilinde ve muhalefet politikacıları da oradan yürüyorlar. Durum bu kadar dar parantezlere sıkıştırılabilir mi?
Akademi ve farklı iktisat kökenliler krizi teknik bir süreç ve yalnızca iktisadi bir perspektiften ve neo-liberal kavram seti üzerinden açıklamaya çalışıyor. Tabii ki o zaman faiz artırma, indirme, merkez bankasının bağımsızlığı tanımlamaları bir yere oturuyor. Aslında sol versiyonları da olan bu tanımlamaların özellikle altını çizdiği şey krizin çizgi dışılığı ve belirli teknik önlemler alınması ve tırnak içi bazı demokratik gelişmelerin yaşanmasıyla bu işlerin aşılabileceği ileri sürülüyor. Ve hepsinin bir düzeyde restorasyoncu partilerle ilişkilenme çabası var. Neo-liberal dünya sınırlarını belirliyor. Bu manada kapitalizmin ruhu ve işleyişi, kapitalizm kriz ilişkisi, kriz ve devrimci imkânlar, hayırsever kapitalizm, kumarhane kapitalizmi üzerine düşünen yok desek abartı olmaz. Boratav hocayı tabii ki ayrı tutuyoruz.
- Kendisini “6’lı Masa” olarak tanımlayan muhalefet ittifakının şu ana kadar söyledikleri de birkaç cümleye sığıyor: Güçlendirilmiş parlamenter sistem, bürokraside ‘liyakat’, ekonomi kurumlarının ‘bağımsız’laştırılması, vs. vs… Muhtemel bir yeni iktidarın akıbeti nasıl görünüyor? Yeni kemer sıkmalarla mı karşılaşacağız mesela?
Kendini 6’lı Masa diye tanımlayan restorasyoncu ekip, finans kapitalle son derece flört içinde ve muhatap alınma mesajları veriyorlar ve siyasi iktidarın organik sermaye grubu yönelik açıklamalarıyla sermaye fraksiyonları arasındaki çelişkiden yararlanarak pozisyon almaya uğraşıyorlar. Kürt sorunu zaten hiç dile getirilmiyor. Bu da net bir tercih. Olası yeni iktidarın başta IMF ve küresel finans sermayeyle hızlı ilişkilenmesi kaçınılmaz gözüküyor. Bu hem bir tercih, hem de bir ufuk meselesi. Yeni kemer sıkma ve sosyal yıkım politikalarını bu sefer “güçlendirilmiş parlamento” aracılığıyla göreceğiz galiba…
- Bir de, yine aynı resmi muhalefet (ve birkaçı hariç sevgili iktisatçılarımızın çoğu) ekonomideki asıl sorunu “hukuk devletinin yokluğu”yla tanımlıyor. Yani Türkiye’de hukuk devleti ve demokrasi olmadığı için yatırımlar gelmiyor, ekonomi felç oluyor tezi. Ekonominin ‘düzelmesi’ demokrasiye bu kadar bağlı bir şey mi? Ya da ‘düzelme’den ne anlıyorsunuz, ne anlamalıyız?
Finans kapitalin kar arzusu manik karakterdedir. Aslında finans kapitalin ve küresel finans kapitalin benim yeni kartel rejimi ya da yeni kompradorlaşma diye tanımladığım rejimden hiç rahatsız olduğunu sanmıyorum. Çünkü bu rejim finans kapitale tarihinin en büyük kar olanaklarını sundu. Yeni çalışma rejimleriyle işçi sınıfını amorfe ve atomize etti. Yıkıma uğrattı. Türkiye burjuvazisinin başından itibaren devletin eteğinde büyüdüğü, sermayenin ve mülkün Türkleştirilmesinden palazlandığı unutulmamalıdır. Yani burjuvazi başından itibaren lümpen karakterdedir ve kompradorluk ruhuna sinmiştir. Bu manada finans kapital son derece oportünist ve esnektir. Mutlak artı-değer diktatörlüğünden asla rahatsız olmaz. Farklı sapmalara da göz yumar. Ama manik karakterine uygun olarak her zaman başka tercihlere de açıktır. Sınıf mücadelesinin seyri, kitlelerin arayışı süreci etkiler. Kapitalist rasyonu böyle düşünmek gerekir. Demokrasi ve hukuk rafa kalkabilir ya da demokrasi ve hukuk kavramları sınıfsal içeriğinden koparılarak halkın afyonu haline getirilebilir. Finans kapitalin bakacağı tek şey kar açlığını doyurmak olacaktır. Ayrıca Türkiye kapitalizminin uluslararası kapitalist işbölümündeki yerinin küresel finans kapital tarafından çok önemsendiğini sanmıyorum. Türkiye kapitalizminin toplam yarattığı değerin, bir kaç küresel şirketin yarattığı değerden az olduğu gözardı edilmemelidir.
- Son süreçte, bütün sol muhalif güçler art arda gelen seçimler, referandumlar derken, sanki çok fazla aktüelleşti. Şimdi de 2023 geliyor. Bu kadar Erdoğan odaklı bir tablo, sağlıklı mı?
Yeni devlet ikili rejim uygulayabilecek ve sol muhalefet dahil sınırları belirlenmiş bir noktada “muhalefete” tolerans gösterebilecek kabiliyete sahip. Bir nevi yeni devlet sola konfor alanları sağlıyor. Solun ağırlıktaki bir kısmı bu konfor alanlarında yer almayı tercih ediyor. Bu bilinçli bir tercih. İhtilalci bir ruhun kadavra olduğu koşullarda politikanın malesef biçim alışı bu şekilde gelişiyor. Finans kapital, devlet ilişkisine zarar vermeme kaydıyla bütün yollar sola açık. Tabii ki bu noktada parlamentonun öldüren cazibesi en sükseli iş olarak görünüyor. Ve herkes buraya kilitlenmiş durumda. Standart Profil’de binlerce işçi ayağa kalkmış, onlarca işyerinde direniş varmış kimsenin umurunda değil. Ama aslolan sınıf içinde stratejik çalışmadır. Bir iki yapı dışında bunu yapan yok. Çünkü bu çalışma meşakkatli, yüksek teorik ve ideolojik donanım gerektiren çalışmadır. Zordur ama aslolandır. Kısacası 2023 seçimlerine kilitlenme siyasal tercih ve duruş nedenidir. Çünkü sizin stratejik bir yöneliminiz ve duruşunuz yoksa egemenlerin gündemi, egemen klikler arasındaki çatışkılar sizin gündeminiz olmaya başlar. Ve siz bunun “farkında” bile olmazsınız. Politika artık böyle yapılmaya başlanır. Yani konfor alanı sizi her yerden kuşatır ve her refleksinizi belirler.
- Bu hengâmenin ortasında iktidar, bir yandan da Kürtlerle savaşını durmadan tırmandırıyor, sınır ötelerine taşıyor; yetmiyor Azerbaycan’a, Libya’ya kadar uzanıyor. Tamam, buradan milliyetçi bir konsolidasyon umuyor belki ama muazzam kaynakların ülke içinde ve dışında savaşa ayrılması, krizi daha beter bir hale getirmiyor mu?
Türkiye kapitalizmi hızla militarize oluyor. Bu da doğal olarak savaş ekonomisini besliyor. Kürt Sorunu’nun varlığı ve savaş ekonomisi aslında birbirini koşullayan gelişmeler. Azerbaycan, Libya vb. askeri müdahaleler de bu sürecin bir parçası olarak devreye giriyor. Bu zamana kadar bu müdahaleler emperyal özneler arasındaki çelişkiler üzerinden yürütülen dış politikanın yansımaları olarak dikkat çekmişti. Ama artık manevra kabiliyetinin sınırına gelindi. Ayrıca inşaat sektöründe ve askeri sanayi kompleksinde siyasi iktidarın organik sermayesinin yoğunlaştığı göz ardı edilmemelidir. Bu yönelim bir başka izahla yeni devletin ve birikim rejiminin yansımaları olarak ele alınabilir. Toparlayacak olursak tabii ki savaş ekonomisi krizi besleyen bir faktör ama öte yandan aynı ekonomik tercihin ciddi oranda sermaye birikiminin önünü açtığı unutulmamalıdır.
- Bu kadar yüksek enflasyona ve krize denk düşen bir isyan hali yok sanki ortalıkta? Sosyolojik ve politik açıdan baktığınızda nasıl görüyorsunuz bu durumu? Sistem gerçekten yedekleme kapasitesine sahip mi?
Siyasi iktidar 2015’e kadar ekonomide yaşanan spekülatif büyümeyle, kitleleri sisteme yedekleyecek olanaklara sahip oldu. Özellikle finanslaşma olgusu kitlelerin hızla borçlandırılmasını sağladı. Sanal refah duygusu, siyasal İslamın gündelik hayatı şekillendiren ideolojik hamleleriyle birlikte kolektif halüsinasyon etkisi yarattı. Kısaca siyasal iktidar yoksulluğu yönetebildi ve yoksulun kendini iyi hissetmesine yol açacak, hayırsever pratikler gerçekleştirdi. Hayırseverlikle kapitalizm birbirine çok uyacak içerikler olmamasına karşın, oluşturulan melezleşme siyasal İslamın politika yapma biçimi haline geldi. Hayırseverlik pratikleri burjuva bireyin, yurttaşlığını aşındırsa, yoksulu nesneleştirse de bu melez adımlar siyasi iktidarın yoksullardan ve işçi sınıfından ciddi destek görmesini sağladı. Bu zamana kadar nesne bile görünmeyen yığınlar, yaşamsal ihtiyaçlarının bir kısmının karşılanması ve bunun uhrevi bir görüntü altında geçekleştirilmesinden ciddi oranda etkilendi. Canetti “Kitle ve İktidar” adlı çalışmasında, kitlelerin iktidara nasıl itaat ettiği üzerinde durur ve kitle ve iktidar olgusu üzerinde ciddi kafa yorar. Bu çalışma Canetti’nin yıllarını almıştır. Bizim çok yapamadığımız bir şey bu. 1980 sonrası yoksullarla, işçi sınıfı ve emekçilerle ontolojik ilişkisi kopan solun bence bu sürecin dinamiklerini, ruhunu anladığını düşünmüyorum. Hayırsever kapitalizm tanımlaması bana ait bir kavramlaştırma, aslında bu eksikliği gidermek yönünde çok erken tarihte kaleme alınmış kapsamlı bir makalenin başlığıdır. 2015 sonrası siyasi iktidarın oluşturduğu bu hegemonya aşınmaya başladı. Aşınma devam etse de hiç azımsanmayacak oranda yoksullar halen siyasi iktidarı desteklemeye devam ediyor. Bunu sadece kimlik ve kültür politikalarıyla açıklayamazsınız. Buradaki arzuyu analiz etmek, kitle ve iktidarın birbirini nasıl beslediğini ve şekillendirdiğini görmek gerekir. Sadece bu süreci sınıfsal eksende yürütülecek çalışma kesebilir. Büyüyü, kolektif halüsinasyonu dağıtabilir. Son 20 yılda gerçekleşen işçi direnişlerine bakın ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Kendisini yakınen tanıdığım Desa direnişçisi Emine Aslan kimliği ve hikâyesi başlı başına bir örnektir. Yani bugün kitleler ve öfke sokakları kuşatmıyorsa asıl sorumlu biziz. Bu ruhu açığa çıkarması gerekenlerdir. Çünkü böylesi bir dalga uzun bir biriktirme sürecinin sonunda gerçekleşir.
- İşçi sınıfının yeni katmanları üzerine 90’larda epey tartışılmıştı. Yapısı ve zihni küçük parçalara ayrılan ama gövdesi her gün yeni katılımlarla büyüyen, milyonlarca göçmenin de eklendiği büyük bir kitle var. Bu durum, örgütlenme biçimlerini ve yaklaşımları yeniden değerlendirmeyi gerektirmiyor mu?
Evet, işçi sınıfının kompozisyonun ve profilinin değiştiği, organik birliğinin dağıldığı, farklı segment ve fraksiyonlar şeklinde biçimlendiği, amorfe ve atomize olduğu bir tarihsel süreçten geçiyoruz. Göçmen işçiler bu olgunun bir parçası. Bu işin bir kısmı diğer yanı ise tarihin en büyük proleterleşme dalgası içindeyiz. Özellikle kapitalizmin yapısal krizinin açığa çıkmasıyla birlikte, yukarı da belirtiğim isyan ve ayaklanmalar sınıfın hızla toplumsal ve maddi bir güç olarak ağırlığını koyduğu pratikler olarak dikkat çekiyor. Böylesi bir konjonktürde geleneksel örgütlenme modelleriyle sınıfın yıkıcı enerjisini açığa çıkaramazsınız. Başta sendikalar olmak üzere geleneksel örgütlenmelerin çürüdüğü, kokuştuğu ve sınıfın enerjisini massettiği ortadadır. Sınıflar mücadelesinin yeni momentine uygun, sınıfın yıkıcı enerjisini açığa çıkaracak ve anti- kapitalist kopuşlar yaratacak örgütlenmelere ve pratiklere ihtiyaç var. Tabiki bu örgütlenmeler taban örgütlerine dayanan, işçi demokrasisini hemen şimdi hayata geçiren, doğrudan eylemi örgütleyen, sermayenin acıyan yerine vuran, sınıfın bağımsız ve birleşik gücünü yaratan yapılar olmalıdır. Geniş okuyucuya ulaşması için EI Yazmaları tarafından E- kitap olarak yayınlanan Ters Dalga adlı çalışmamda bu konu üzerinde durdum. İlgili arkadaşlar internet kitaba ulaşabilirler.
- Bu bağlamda, son süreçte büyük sendikaların elini sürmediği alanlarda fiili/meşru direnişler anlamında ciddi bir hareketlilik yaşandı…
Aslında son işçi eylemleri sendikal yapıların bütünüyle çürüdüğünü ve sınıfı kontrol etme aracına dönüştüğünü gösteriyor. Sendikalar fiilen yeni devletin organik parçasına dönüşmüş durumdalar. Bu Althusser’in Devletin İdeolojik Aygıtları tanımından daha vahim bir durum. Bu olguyu yeni korporatizm diye de tanımlanabiliriz. Sendikalar Türkiye özgülüne göre biçimlenmiş a-tipik işçi aristokrasine hizmet ediyorlar. Aynı zamanda sosyal şovenler. Sınıfın çok geniş bir kesimi umurlarında değil. Ayrıca bu kesimleri ve bu kesimlerin örgütlenmesini iktidarları sarsacak gelişmeler olarak görüyorlar. Nasıl ki yeni devlet bir yanıyla şirket devletse, sendikalar da tam anlamıyla şirkete dönüşmüş durumdalar. Zaten yasa olmasa şirket yerine kolayca koyabilirsiniz. Rosa’nın deyimiyle sendikalar artık sınıfın içindeki Truva atlarıdır. İşçi sınıfı sınıflar mücadelesinin bu momentine uygun yeni örgütlemeler yaratacaktır. Birçok direnişin taban örgütlenmeleriyle gerçekleştirilmesi, Umut- Sen, 4. Vardiya, Ekmek Onur, Metal Gazetesi, İşçi Temsilcileri Konseyi gibi yapılar ve örgütlenmelerin ortaya çıkışı ve gerçekleştirdikleri etkili direnişler bu arayışın ifadesidir. Önemli ve kıymetli birikimlerdir. Sendikalara yapılmasını gerekeni ise Bakunin sözleriyle söylememiz gerekirse: işçi sınıfı sendikaları yıkıp, yeniden yaratmalıdır. Evet, bu yıkım şarttır ve yaratıcı bir içeriktedir.