Türkiye’nin çatışmalar sürecinden petrol, doğalgaz ve diğer ticari çıkarlar bakımından neleri hedeflediğini iktisatçı yazar Ahmed Pelda ile görüştük: Türkiye’nin kendi Kürt sorununu çözmemesi, işgalci emelleri, Türkçü-Orta Asyacı, ya da Sünni İslamcı-Osmanlıcı yayılma eğilimi, (…) dış dünyada görülüyor. Kimse bu belaya bulaşmak istemiyor
M. Ender Öndeş
Türkiye uzun bir süredir inişli-çıkışlı bir grafik üzerinden Federe Kurdistan ve Kuzey-Doğu Suriye’de savaş sürdürüyor. Federe Kurdistan’daki savaşın gerekçesi “PKK’nin kökünü kazımak” olarak tanımlanırken, Suriye cephesinde ise “Terör şeridini yok etmek”ten söz ediliyor. Birinde ağırlıklı olarak KDP’nin desteği alınırken, diğerinde zaten Türkiye tarafından örgütlenip silahlandırılmış olan türlü çeşitli cihatçı gruplar öne sürülüyor. Her iki tarafta da ciddi bir başarı sağlanamamış olsa da büyük askeri ve mali güçler devreye konuluyor; ancak bu arada olup bitenlerin ekonomik/ticari yönü pek görülmüyor. Türkiye’nin bütün bu çatışmalar sürecinden petrol, doğalgaz ve diğer ticari çıkarlar bakımından neleri hedeflediğini iktisatçı yazar Ahmed Pelda ile görüştük. Pelda, birinci bölümde bölgedeki zenginlikler ve Türkiye’nin planları üzerine konuştu.
- Öncelikle, Kuzey’deki savaş ve çöktürme politikasının Güney’de ve Rojava’daki nihai hedefleri, yani Türkiye açısından varılmak istenen yer neresi gibi görünüyor? Türkiye bir bütün olarak Kurdistan coğrafyasında nasıl bir yeni pozisyon yaratmak istiyor?
Eski Genel Kurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın “biri bizi gözetliyor misali PKK’nin tüm hareketliliğini biliyoruz. İnlerinde vuracağız” dediği 2008 yılı kışı önemli bir kavşaktır. Bilindiği üzere yaşamını yitiren askerler artmış, aynı Büyükanıt bu kez “yağdan kıl çeker gibi askerimizi çektik” demişti. Anlaşılmıştı ki TSK, bölgeden destek almazsa hiçbir adım atamaz. Dolayısıyla Başur yönetimiyle yakın temasa geçtiler. Her ne kadar içeriği açıklanmasa da Erdoğan-Büyükanıt arasında Dolmabahçe sarayında bir görüşme yapılmış ve sonuçlara bakıldığında uzlaşı içinde hareket etme kararı aldıkları görülmüştür. Bunlara Gülen Cemaati’ni de katarsak Başur’a yönelik birçok koldan girmeye başladılar. Gülenciler eğitim ve ticaret yoluyla, AKP kendi bünyesindeki Kürt siyasetçi ve işverenler aracılığıyla, hatta İbrahim Tatlıses’i de teşvik ederek bölgeye inşaat ve ticari yatırımlar yaptılar. MİT ve askeri güçler de yakın temas kurarak belli bölgelerde üsler kurmaya başladılar.
Zamanla Güney Kürtlerini de Türkiye’ye katma, Kerkük’e hükmetme yönünde geri plana atılmış hayaller dirilmeye başladı. Buna ek olarak başını Al-Zarkavi’nin çektiği El-Kaide’nin Sünniler arasında yükselişi Erdoğan’ı Sünnilere yakınlaştıracak ikinci bir adım atmaya götürdü. Öyle ki, Irak El-Kaide ile ilişkileri nedeniyle Cumhurbaşkanı Tarık Haşimi için tutuklama ve idam kararı çıkarıldı. Ancak Haşimi ilkin Güney’e, ardından Türkiye’ye sığındı.
Bu ilişki sayesinde Erdoğan Kürtlerin yanı sıra Irak’taki Sünniler arasında etkili olmaya çalıştı. DAİŞ’te vücut bulacak Sünni güçlerin desteklenmesi ya da varlıklarının görmezden gelinmesi artık Türkiye’yi iyice Irak sahasına çekti. Kerkük’te Türkmen kartıyla, Musul’da Sünni İslam kartıyla etkili olma, zamanla hükmetme eğilimi adeta siyasal bir projeye dönüştü.
Eski hayaller canlanınca
DAİŞ’in Irak-Suriye’de büyük topraklara sahip olması, mevcut statükoyu yıkması Türkiye’de Musul-Halep hattına hakim olma düşüncesini geliştirdi. Nihayetinde siyasal söylemlerde de yer edindi. Özellikle bu bölgelerde Kürt varlığı Erdoğan’a cesaret veriyordu ki, sadece Araplarla karşı karşıya kalmayacak, KDP ilişkisi ve Sünnilik üzerinden çok kimlikli bir topluma hakim olmanın yollarını açacağını söylüyordu.
Birleşmiş Milletler konuşmasında da Erdoğan, Rojava’da Kürtlerin yaşadığı bölgeleri kendi denetimine almak istediğini deklare etti. Güneyde, Efrîn, Azez, Cerablus’da üsler kurarken hep kalıcı olmayı, oraları “vatanın parçası” yapmayı hedeflediler. Hâlâ da ısrar ediyorlar.
Ancak Başur’da PKK, Rojava’da ise Özerk Yönetim bütün askeri, politik ekonomik girişimlere rağmen denetim altına alınamayınca kızgınlık da arttı. Salih Müslim’le Türkiye’de görüşürken istediklerini alamayınca şiddet yolunu seçtiler. 2015 yılından beri Bakur’da kent savaşları, Efrîn operasyonu ve Güney’de tamamen yok etme, ele geçirme, yerleşme amaçlı operasyonlar yaptılar. Henüz bir sonuç alabilmiş değiller. Efrîn’de bile tam hâkimiyet kurdukları söylenemez.
- Yaklaşık 5-6 yıldır, Türkiye, Federe Kurdistan topraklarında işletilemeyen ya da çıkarılıp satılamayan doğalgaz kaynaklarından söz ediyor ve bu kaynaklara talip olduğunu tekrarlıyor. Gerçekten bu kadar büyük kaynaklar var mı ve Türkiye’nin buradaki niyetleri nedir?
Ortadoğu’da vekil güçler veya doğrudan savaşların tümünün arka planında gaz ve petrol önemli bir rol oynar. Federe Kürdistan önemli rezervlere sahip ama miktara dair rakamlar her zaman değişken. Araştırmalar yapıldıkça yeni kaynaklar ve rezervler ortaya çıkmaktadır. Ancak İran, Kurdistan, Katar önemli rezervlere sahipler. Değişen rezervler ne olursa olsun Türkiye hem geçiş bölgeleri hem de üretim bölgelerinde güç sahibi olmak istiyor. Ama şimdiye kadar da başarmış değil. Mesela Bakü-Ceyhan inşa edilirken de iddialı söylemler vardı. Oysa Hazar denizi ve Orta Asya rezerleri akmayınca sadece Azeri petrol ve gazı yeterli olmadı.
Türkiye geçmişin siyasal sorunlarını günümüzün ekonomik çıkarlarıyla bütünleştirerek bir egemenlik ütopyası oluşturmaya çalışmaktadır. İlginç olanı bunda ısrar ettikçe de yalnızlaşmaktadır
Irak veya Federe Kürdistan’da çıkarılan ve çıkarılacak rezervleri araştıran ve kullananlar daha çok global petrol tekelleridir. Onların gücü devletler üstüdür. Türkiye bunların blokajını kırmak için politik-askeri egemenlik peşinde. Bu anlamda Barzani ailesiyle çok sıkı ilişkiler geliştirdiler. Bunun güvencesiyle Neçirvan Barzani 2014 yılında Irak’tan ekonomik bağımsızlığını ilan etti. Irak Anayasası’nın 111. maddesine göre bütün doğal kaynaklar ülkenin ortak varlığıdır. Geliri ülke hazinesine aktarılır. Buradan 112. maddeye göre nüfusa göre vilayetlere ve federal bölgeye dağılır. Ancak Başkan Mesut Barzani ve Başbakan Neçirvan Barzani ekonomik bağımsızlık ilan edince petrol kaynaklarını anlaşmalarını ve gelirlerini Irak hükümeti ile paylaşmadılar. Gümrük gelirleri de bu kapsamda.
Barzani ailesi 50 yıllık anlaşmanın gizli kalmasını isterken Türkiye yüksek perdeden dünyaya ilan etti. Dönemin Gümrük ve Ticaret Bakanı Nurettin Canikli, “Kuzey Irak yönetimiyle yaptığımız 50 yıllık petrol anlaşmasıyla 1923’te Lozan’da kaybettiğimiz Musul ve Kerkük petrolleriyle ilgili menfaatlerimizi büyük oranda geriye almış vaziyetteyiz. Türkiye ilk defa buna benzer bir projeyi tek başına, sadece kendi menfaatleri için, ulusal çıkarları için hayata geçirdi,” demekteydi.
Şunu belirtmek istiyorum: Türkiye geçmişin siyasal sorunlarını günümüzün ekonomik çıkarlarıyla bütünleştirerek bir egemenlik ütopyası oluşturmaya çalışmaktadır. Ekonomik yatırımları yapanlara bakıldığında da paramiliter güçlerdir. İlginç olanı bunda ısrar ettikçe de yalnızlaşmaktadır. Bu yaklaşım hem yerelden hem de global aktörlerden onay almaz.
Oysa Türkiye sadece ekonomik merkezli bir yaklaşım sergileseydi, egemenlik bölgesindeki Kürtler dahil güneydekilerle de iyi geçinir. Politik kültürel sorunları çözer, güven kazanır, bunun avantajıyla ekonomik cepheden de kazançlarını arttırabilirdi. Mevcut haliyle kendisi çürümeyi yaşadığı gibi müttefiklerini de çürütmektedir. Güney, Kıbrıs, Libya, Azerbaycan nereye bulaştıysa orada çürüme, yolsuzluk, mafyalaşma, zorbalık hakim hale geldi.
- Bildiğiniz gibi Irak, Türkiye’yi 2014-2018 yılları arasında Federe Kurdistan’dan Bağdat’ın rızası olmadan petrol almakla suçlayarak dava açmış ve Türkiye 1,4 milyar dolar tazminata mahkûm edilmişti. Petrolde durum ne aşamada? Türkiye, petrol konusunda bir avantaj sağlayabilir mi?
Uluslararası tahkimde olan başka davalar da var ve bunlar Türkiye aleyhine sonuçlanmak üzere. Zaten Hakan Fidan Bağdat’taki son ziyaretinde bu davalardan ve 1.4 milyar dolarlık para talebinden vaz geçilmesini istedi. Yoksa petrol geçişine müsaade etmeyeceklerini belirtiyorlar. KDP yetkililerinden Sefin Dizai de petrol akışı olmamasından dolayı 6 milyar dolarlık kayıp yaşandığını belirtiyor ve bir an önce Türkiye’nin taleplerinin kabul edilmesini istiyor. Yani TC-KDP işbirliği devam ediyor. Ama KDP’nin güç kaybetmesine paralel olarak Türkiye de güç kaybetti. Bu süreç de Bağımsızlık Referandumu, Kerkük’ün elden çıkmasıyla başladı. Referandum dolayısıyla Güney Kürdistan’ı tehdit eden, Irak’la tatbikat yapan Erdoğan ve Barzani birden kaybedenler oldu.
Türkiye sadece ekonomik bir yaklaşım sergileseydi, egemenlik bölgesindeki Kürtler dahil güneydekilerle de iyi geçinir. Politik kültürel sorunları çözer, güven kazanır, ekonomik kazançlarını da arttırabilirdi
Irak hükümeti de petrol akışı için Basra alternatifini ve Kerkük-Banyas-Humus yani Suriye hattını kullanmak istedi. Ama teknik ve politik engeller mevcut. Türkiye üzerinden petrol akışında hemfikirler. Geçiş de sağlanacak. Çünkü Türkiye de komisyon alma, petrolden yararlanma imkânlarına kavuşmak istiyor. Zaten Barzaniler ile tırlar yoluyla yasa dışı petrol akışı devam etmektedir.
Eğer Türkiye’nin Ovaköy-Basra kara ve demiryolu projesi gerçekleşirse ki giderek somutlaşıyor, o zaman Türkiye ve Irak hükümeti yakınlaşır. Bu kez Kürdistan bölgesi ve Barzaniler teğet geçiliyor ve zayıflama süreci büyür.
Türkiye ekonomi ile siyasi emellerini birlikte götürmeye çalıştıkça hep sıkıntı ile karşılaşır. İran, Irak Araplar, yeri geldiğinde Kürtler, global şirketler, TC’nin politik emellerine cevaz vermezler.
- Önceki günlerde bir paylaşımınızda, TC’nin stratejik rolünün bittiğini belirterek, Katar-Irak doğal gazından, Bakü-Ceyhan’a ve İran gazına kadar hiçbir projenin artık geçerli olmadığını söylemiştiniz. Gerçekten, Türkiye, mermiyle ve diplomatik baskıyla yürüttüğü Federe Kurdistan politikasından hiçbir şey elde edemeyecek mi?
Büyüyen iki ekonomi, Çin ve Hindistan, Asya, Avrupa, Kuzey Afrika, Afrika’nın içleri ve Ortadoğu pazarlarına ulaşmak için yol projeleri geliştiriyorlar. Geçenlerde basına da yansıdı; Hindistan yol projesi Arabistan-Ürdün-İsrail’den Akdeniz’e geçiyor ama Türkiye devre dışı. Çin üzerine çalışıyorum. Çin’in kuşak yol projesi bağlamında onlarca hattı var. Suriye’ye çıkanı, Kuzey Afrika’dan Avrupa’ya gideni, İran Ermenistan üzerinden Karadeniz’in Kuzeyi var. Orta-Asya Rusya hatları var; hiçbirinde Türkiye ile bir görüşme yok ve planlama yok. Zaten ne Hindistan ne de Çin’in Türkiye ile ekonomik politik ilişkileri nerdeyse yok hükmündedir.
Türkiye pozisyonunu pazarlamak için Zengezur ve Ovaköy-Basra yollarını yaparak bu hatlara alternatif olmayı hedefliyor. Hatta ileride bu hatları kullanmaları için Çin, Hindistan bölge ülkelerini teşvik etmeyi amaçlıyor. Bu teorik olarak mümkün ama bu siyasetle olmuyor. Mesela Baku-Ceyhan için de Türkiye çok büyük bir beklentiye sahipti. Hakeza TANAP projesi, Karadeniz havzası vb konularda doğal gaz ve petrol toplama merkezi olmayı hedefliyordu. Bu amaçla Rusya’yı yanına çekmek için yüksek fiyatlarla doğal gaz aldı. Bunu re-export yani alıp ihraç etmeyi amaçlıyordu. Ama Rusya başka alternatif boru hatlarıyla daha ucuza Türkiye’nin hedeflediği Avrupa pazarlarını ele geçirdi. Yine olası Orta Asya gaz ve petrolü için de Rusya askeri politik-ekonomik nüfuzunu kullandı. Şimdi aynı bölgelerde Çin de var. Çin ise Türkiye’nin Orta Asya’da yayılmacı rakip olma eğilimini görüyor. Hatta Uygur meselesinde Türkiye’nin niyetlerini bu anlamda NATO’nun koç başı olma olasılığını değerlendiriyor ve şerh koyuyor, ilişki geliştirmiyor.
İran, gaz ve petrol rezervleri itibariyle büyük bir güç. Ama bu ülke de Türkiye’yi geçiş bölgesi olarak hiçbir zaman düşünmedi. Çünkü Türkiye’nin yarın bunu nasıl bir politik jeostratejik araç olarak kullanacağından emin değil.
Türkiye’nin Rojava’ya hükmetmesi teknik ve askeri olarak mümkün değil. Hadi olduğunu varsayalım, Türkiye’ye reelde çok şey getirmeyecektir. Yani yeryüzünde küçülen ülkeler var. Ama toprakları büyüyen ülkeler yok. Buna müsaade etmezler. Rusya Kırım’ı alarak Ukrayna’ya yönelince ne hale düştü. Çin bile Rusya’ya karşı bu noktada.
Türkiye’nin kendi Kürt sorunu çözmemesi, işgalci emelleri, Türkçü-Orta Asyacı, ya da Sünni İslamcı-Osmanlıcı yayılma eğilimi, Kıbrıs sorunu, daha da ötesi militer ve narko ekonomisi, yani uyuşturucunun yaygın kullanılması, kayıt dışı para, mafyanın ekonomi ve siyasetteki etkisi, ekonomi ile ilgisi olmayan tarikatların yükselişi, vb. gibi birçok boyut dış dünyada görülüyor. Kimse bu belaya bulaşmak istemiyor. Hakeza mültecilere insani yaklaşım yerine politik ekonomik pazarlama nesnesi olarak kullanıyor. Türkiye kendi iç sorunlarıyla yüzleşmek için çözümler üretmezse sevilmeyen, itici ve izole bir ülke olmaya devam edecek.
* Yarın: KDP Kurdistan’ı değil aileyi seçti