Mahmut Temizyürek
Yaşar Kemal’in, anadili Kürtçeden göçmüş olmakla, Türkçe üzerinden dünya edebiyatına unutulmaz bir değer katmış olması, edebiyat tarihinde binlerce şair ve yazarın başına geldiği gibi tarihsel ve toplumsal sayısız bileşenden örülü bir zorunluluk öyküsüdür. Evet, ama dünya halkları arasında güçlü bir köprüye dönüşmüş olan Yaşar Kemal edebiyatının güç aldığı kök neresidir? Başka deyişle, Yaşar Kemal’in edebiyatını evrensel boyuta yükselten asıl kaynak nedir? O, bu kaynağın ağıtlar olduğunu söylüyordu. Ama nasıl? Ama hangi ağıtlar? Hangi dilde söylenenler? 1915’te başlayan, Van’dan Çukurova’ya uzun süren göçün sürüklenişinde, savaşın en yıkıcı zamanlarında ecelsiz ölenlere, muratsız gidenlere yakılmış, hiçbir kayıt olmaksızın belleklerde yıllar boyu özene bezene korunmuş, gözyaşlarıyla yeni baştan yaratılmış ağıtlarmış onun ilk kaynağı. Ağıtlar hakkındaki düşünceleri onun edebi yaratı kodları mıdır, bir de bu açıdan bakalım.
Yaşar Kemal, halkının bellek kayıtçısı o kadını yazar kimliğine dövme gibi işlemiş olmalı ki, kültürel köklerini soran Alain Bosquet’ye şöyle konuşuyor: “Bu anlatacaklarımı ben yaşamadım. Aileden, dahası da anamdan duyduklarımdır. Anamın çok güçlü bir belleği vardı. Hiçbir şeyi unutmazdı. (…) Çok da güzel konuşuyordu. Yazık ki Türkçesi kıttı. Belki Kürtçeyi bir destancıdan daha güzel konuşurdu. O bir masal, bir destan, bir olay anlatırken herkesi lâl-ü ebkem ağzına baktırırdı. Ben de onun anlatımıma hayrandım… beni büyülerdi…” (Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor, Alain Bosquet, yky.)
Annesi Nigar Hatun ve büyükannesi Hıdre Hatun da Yaşar Kemal için birer dengbej kıymetinde, böyle söylüyor. Ailesi Van’da yaşarken evleri “kutsanmış” sayılan evlerdenmiş. Çünkü Evdela Zeynike gibi “kutsal” bir dengbej gelip destanlar söylemiş o evde. Türkçeye göçünce, annesinden duyduğu ağıtların özden benzerlerini Toroslar’da göçebe kadınların dilinden duymuştu. Toroslara çıkıp oba oba dolaşırken Kara Zeynep, Hasibe Hatun, Telli Hatun, Hafize Hatun gibi ünlenmiş kadın şairlerden ağıtlar, destanlar duyduğunda halkların dilindeki ortak kodların bilincini daha gençken sezinlemiş olmalı. Tarih biliminin kurucusu Giambattista Vico’nun yaklaşık üç yüz yıl önce (1744) saptadığı o yasayı, her halkta var olan o bellek kodlarının evrenselliğini erken yaşta sezinliyor Yaşar Kemal. O tarihsel hakikate göre, kahramanlar da ölümsüz birer yıldız gibidirler halkların muhayyilesinde: “Aynı düşünce birliğinden dolayı, Doğulular, Mısırlılar, Grekler ve Latinlerden her birinin de diğer uluslardan habersiz olarak tanrıları gezegenlere, kahramanları sabit yıldızlara yükselttiler.” (Yeni Bilim. Çev: Sema Önal, DoğuBatı y.)
Ağıtlar, destanlar, hikâyeler halkların sözlü dil kütüphanesinde taşıdıkları tarihsel belleğidir; önce bunu öğreniyor Yaşar Kemal. Geçmişin olduğu gibi geleceğin yolunu gösteren bir tarih bilinci, toplumsal gelenek ve görenek, gökyüzü ve yeryüzü bilgisi kıymetindedir bu bilgi; ve daha birçok toplumsal işlev görürler. Bu dilsel hazine unutulmanın ölümcül karanlığına terk edilemez asla; halkların beka sorunu budur. Ne var ki, dil ve bellek farkı yüzünden her halk kendi tarihini en eski tarih, kendi hikâyesini en eski insanlık hikâyesi olarak beller. Yaşar Kemal, genç yaşta Arif ve Abidin Dino kardeşlerle tanışınca ağıtların dünyasal boyutunun ne anlama geldiğini erkenden öğrenmişti. Abidin Dino, bu tutku dolu delikanlıyı şöyle anlatır: “Gözünüzün önüne, bir deri bir kemik, köylü delikanlının biri çıkacak. Adı Kemal Sadık Göğceli. Hemite köyünden gelmedir. Dağ bayır dinlemez, köyünden, dağ köylerinden, obalardan, ovalardan, kasabalardan ikide birde kopup gelir Adana’ya, çöker önümüze, ağıtlar, türküler, destanlar serer buruşuk sarı kâğıtlar üstüne yazılmış. (…) Her getirdiği söz yumağı akıllara durgunluktu. Dehşetli acı, dehşetli güzel. Delikanlı, köylü usulü büzülüp çöküyor, ya da bir duvara sırt veriyor ve izliyordu şaşkınlığımızı, hınzır ve sevinçli. Halkın yarattığı büyülü sözler bizi duygulandırdıkça, sardıkça, coşturdukça, delikanlının sipsivri yüzünde, burgu burgu cin gibi bakışında koskocaman bir sevinç beliriyor, bir kahkaha atıyordu. Ağıtları toplamak, ölümle kavgaya tutuşmak gibi bir şeydi. Yitebilecek olanlarla, yitenle, ölümle, yok olmakla bir yarışma.”
O günlerini anarken Yaşar Kemal, “Bölgede o kadar çok ağıt vardı ki…” diyor; “her kadın o kadar çok ağıt biliyordu ki, ben de kadınlardan ağıt derlemenin yolunu öylesine ustalıkla bulmuştum ki, …” Bir de şunu diyecektir: “Başlangıçta söz değil ağıt vardı. Ağıt, belki de sözden önce başlamıştır.”
Ağıtın, gözyaşıyla beslenmiş kesintisiz bir ırmak olduğunu düşünerek yaşıyor “Teleskoplu Destancı”. Önce sözel sonra yazınsal yaratının habitatını besleyen kaynak asıl bu diyor. Matbaa yazısının kurşun dökümlü soğuk dilini işlemeye, ağıtın yürek eriten yakıcı sıcaklığıyla başlamıştı. Türkçedeki modern yazıda daha önce hiç duyulmayan, destancının sözel dilinin neredeyse tam zıddı yazılı bir dille. Onu okurken andığı bütün varlıkların sesini, kokusunu, halini, melalini duyumsamamızı uman, neredeyse imkânsızı gözeten bir dille. Şu nedenle “Teleskoplu Destancı” dedim ben ona; teleskopun keşfiyle ulaşılan görme yeteneğindeki gibi bir bakışı bulduğu için. “Destancı”nın, en eski anlatı mesleğinin modern dünyada bir yeri kalmış mıydı? Dünya kadar geniş öyle bir anlam buldu ki derlediği ağıtlarda, sonradan ciltler dolusu yazacak, gene de bitmemiş sayacaktı, destanda yaşayagelen temaları. Ve her biri mücevher romanlarının toplamı da bir ağıt, bir modern destan oluverdi aslında.
“Yitebilecek olanlarla, yitenle, ölümle, yok olmakla bir yarışma”; demişti ya Dino, peki neydi Yaşar Kemal’i “ölümle yarışma’ya tutkuyla bağlayan o dile gelmez duygu? Annesinden duyduğu ağıtların, destanların rüzgâra karışıp boşlukta yitmemesi mi? O anda söylenen canhıraş sözlerden, yürekten fışkıran seslerden, acısı geçmez bir travmadan fırlayan inanılmaz imge ve simgelerden ibaret o en eski sözel kültürün damlalarını tam da buharlaşırken canhıraş bir telaşla tipografiye geçirerek unutmanın zifiri zindanından çekip kurtarmak için miydi, Orfeus’un ya da Homeros’un yaptığı gibi? Annesini ve bütün sevdiklerini yeniden dünyaya getirmek değilse ne olabilirdi bu? Walter Benjamin’in, “anne imagosu” dediği duyguyla büyülenmiş bu delikanlı niye ağıt derlemekle başlamıştı yazıya? Önce annesinin önerdiği gibi bir dengbej olmaktı hayali. Türkçeye göçtükten sonra, onları da tıpkı annesinden büyülendiği gibi dinlediği Türkmen âşıklardan biri olmak istemiş ilk gençliğinde; ondan mı? Neydi o coşkulu telaşı? O gidenler… O güzel insanlar… O güzel atlar… Sarı sıcağın cehenneminde traktörlerin, kamyonların, patozların gürültüsünde boğulup yitmekteydi türküler; asıl ölüm bu yitişti; onu görmenin telaşı mıydı?
Ağıt hakkında bugüne kadar yazılmış en güçlü yazıyı da o yazdı, Ağıtlar kitabında. Şöyle tanımlar ağıtı: “Aşağı yukarı bütün topraklarda doğum törenleri, düğün törenleri olduğu gibi ölüm törenleri de olmuştur. Bu ölüm törenleri her toprakta kendine göredir. (…) Yalnız, bizim bugünkü bilgimize göre, her ülkede başkalıklar gösteren ortak yanlar vardır, o da törenlerde ağıt yakma. Daha da çok bu ağıtları kadınların yakması. Bugün bizim yöremizdeki ülkelerin birçoğunda ölüm törenlerinde ağıtlar yakılıyor. Arabistan’da, özellikle Bedevilerde ölüm törenlerinde kadınların ağıt yakmaları daha yoğunlukla sürüyor. İran’da, Orta Asya’da, bugünkü Yunanistan’da, Kürtlerde törenlerde ağıt yakmalar sürüyor. Kürtlerde ağıt yakmaların başka bir özelliği de var, oralarda, yani İrandaki, Iraktaki, Suriyedeki, Türkiyedeki Kürtlerde, ölülerin üstüne erkekler de ağıt yakarlar. Erkekler ölü mezara götürülürken, hep bir ağızdan ağıtlar söylerler. Kafkaslarda, özellikle Çerkeslerde ölüm törenlerinde kadınların ağıt yaktıkları biliniyor. İngilizlerde, İrlandalılarda, Skoçlarda ağıdın varlığı biliniyor… Mezopotamyada, Mısırda, İbranilerde… Çinde, Sanskrist dilinde ağıtların varlığını biliyoruz. Afrikalılarda, Kızılderililerde ağıdın olduğu biliniyor.”
“Eğer bir ağıt dillere düşmüşse, ağıdın dillere düşmesinin sebebi vardır. Birincisi ölenin o bölgede ünlü, çok sevilmiş, sayılmış bir kişi olması. Örneğin ünlü, sevilen bir eşkıya üstüne çıkarılan ağıt dillere düşer” diyordu, ağıttaki konu, betimleme ve imge zenginliğine dikkat çektiği o yazıda. Onu dünya çapında üne kavuşturan İnce Memed, bir ağıttan türemişti; yirminci yüzyılın en güzel romanlarından biri sayıldı. Üç Anadolu Efsanesi’nin üçünün de en eski kaynağı aşk, yiğitlik, cesaret, iyilik, kötülük, kahramanlık, eşitlik, hepsi birer ağıt temasıydı. Yani ölüp giden kahramanın kalanlara bıraktığı ukdeler. Ağıtların, destanların işlediği bütün bunlardı, yani bugün de ruhları güden ukdeler. En gerçekçi eserim dediği Binboğalar Efsanesi, gerçek bir efsaneydi. Gerçek ve efsane? Ne tuhaf çelişki. “Arzuhalci kör Kemal”ken dinlemişti, hem de ilk ağızdan. Bir su damlası gibi eriyip giden, belki on bin yıldır yaşayan bir göçebe uygarlığın modern çağda tam da tükenirken yakılmış bir ağıttı bu roman. Dağlardaki cennet yerine Çukurova gibi bir cehenneme göçe zorlanmış Karaçullu halkının ağıtı. Ne denli eski ama ne kadar güncel değil mi?
“Karasevdadan ölmüş ya da öldürülmüş kimseler üstüne çıkarılan ağıtlar da dillere düşer” diyordu ağıtı tanımlarken. Annesinden duyup modern kılıklara büründürerek yaşattığı roman kahramanlarının çoğu kara sevdalıydı; ya aşka ya özgürlüğe sevdalı. “Acıklı, beklenmeyen ölümler, gençler üstüne çıkan ağıtlar da dillere düşer. Bir de toplumu ilgilendiren ölümler dillere düşer,” diyordu; “Özellikle savaşlarda ölenler üstüne çıkarılan ağıtlar unutulmaz.” Nasıl da güncel değil mi?
Son dörtlemesi Bir Ada Hikayesi’de, Ortadoğu’daki bütün halkları Mübadele sonrası bir araya getirir. Geceleri aynı sofra etrafına toplanıp birbirinin dilini bilmeseler de derinden anlayıp birlikte ağlaşan halkların gene birlikte sürdürdüğü yas ve telafi serüveniydi dört ciltlik romanın tümü. “Nereye gitsem, hangi köye varsam bir kadından Vay Anam Kurası Ağıdı derliyordum” demişti yıllar önce. Bu ağıt türü, Birinci Dünya Savaşı’na gidenler ve dönmeyenler hakkındadır. Geçmişte yani, hiç güncel değildi zaten (!) Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana! Diyordu durmadan.
Yaşar Kemal’in yıllar süren zengin derlemelerinden çıkardığı sonuçlardan biri de ağıtın taşıdığı zengin hayat öyküleri kadar sözcük, imge, anlatı ve biçim zenginliğidir. Kara haber duyulduğunda başlar ağıt; o ilk çığlık canhıraş bir çağrıdır unutulmaya karşı. Ağıt yakanın o âna dair gözlemi, duygusuyla birlikte işlenir belleğe. Ama nasıl da benzerler birbirlerine! Ölüm anındaki durumda, uyağına biçimine bakılmaksızın yürek yakan bir ezgiyle söylenir. Bir kez değil, durmadan söylenir, günler, aylar, yıllar ve yıllar. Söylene söylene en uygun veznini bulacak, sözlü kültürdeki bellek kodlarına, nesiller boyu yinelenecek biçimde yerleşecektir o ses ve söz kaydı. Çoğunda nidalar, “ah, of, aman, uy, vay lo” gibi feryat sesleri, bazen de sonu gelmez cümlelerle dizilmiş bilinen acı sözler. Belleğin havuzunda hazır, önceki ağıtlardan kalıt sözlerin imkânıyla başlar ağıtların birçoğu. İlk dize kültürden esin, gerisi ağıtçının ferasetine kalmıştır. Farklılık bir yana ortak yan çoğunluktadır: “Kırıldı kanadım”, “nere gideyim”, “başımı taştan taşa çalayım”, “çıkayım dağlara kurt yesin beni” gibi kalıplaşmış çaresizlik söyleyişleri ölenle ölme, gidenle gitme, yitenle yitme isteğini ifade eden sözlerle bezenirken ölünün biricikliği, kaybın büyüklüğü, olayın nedeni, oluş biçimi ukdeli yorumuyla işlenir.
Yaşar Kemal Türkçe ve Kürtçe ağıtlardaki benzerliğin yanında farklılığı da önemle vurgular o yazıda. Türkçede yalnızca kadınlar ağıtçıdır, Kürtçede kadınlar ve dengbej erkekler. “Kürtlerde ağıt yakmaların başka bir özelliği var, oralardaki yani İrandaki, Irakdaki, Suriyedeki, Türkiyedeki Kürtlerde, ölülerin üstüne erkekler de ağıt yakarlar. (…) Ölen kişinin yaşamı, başından geçen olaylar baştan sona çok düzgün anlatılır.”
Kırk bin yıl ağıt suyunun altında bir ağıt dili
Yaşar Kemal, ağıtların barındırdığı söz varlığının zenginliğini vurgularken şu gerçeği dillendirir: “İnsanların ölüm karşısındaki durumu, ölüm karşısındaki acıları, tesellileri, umutları, umutsuzlukları, içlerindeki şiir, korku, sevinçleri, birçok karmaşık, iç içe geçmiş duyguları” barındırır der. En eski destanlardan ağıt örnekleri verirken Gılgamış’ın arkadaşı Enkidu’ya ağıtını anar: “Yas tutan bir kadın gibi inliyorum” diyecektir Gılgamış.
İnsan acı duyduğunda çıkardığı sesler henüz söz formlarına kavuşmamış, istemsiz çıkan, olağandışı seslerdir ağıt. İnsan ifade aracı olarak sözcükleri kullanmaya başladığında en büyük ruhsal ve zihinsel karmaşayı, ölüm karşısında yaşar. Ölüm insanın öğrendiği ilk ve tek mutlak gerçektir. Bilinen en eski edebi kaynakların ağıt temalarıyla yüklü olması ölüm karşısındaki çaresizlikle açıklanır. Yaşar Kemal’in kadın kahramanları; Meryemce, Hürü Ana, Anacık Sultan, Kamer Hatun, Lena Ana, Melek Hatun gibi kadınlar, bu gibi unutulmaz insani deneyimlerin, insan belleğindeki saklı dilin tercümanı bilge kişiliklerdir.
Ağıt yakan kadınların dillendirdiği kişisel bir duygusal atak, acı bir çığlık değildir yalnızca. Sözlerin içindeki kayıp, yoksunluk, çaresizlik, yalnız kalmışlık, ölenin yeri doldurulamaz oluşu, yüceltilen bir erdemin onunla birlikte yitip gitmesi ve bir daha hiç yaşanamayacağı, unutulmadıkça öcünün er geç alınacağı gibi derin vurgular içerir. İnsanın içsel ve dışsal, bireysel ve toplumsal hesaplaşmasının o anda ve ansızın gerçekleşmesidir bir yönüyle. Ama salt bu konular ya da temalarla da sınırlı kalsaydı, İlyada’nın xxıı. bölümünde başlayan ağıtın neden kısa kesildiğini sorgulamak gerekebilirdi. Destancı için sonu ağıta varacak olaylar örgüsünde, ölüm anına kadar gelen süreç de anlatılmalı ki, bu feryadın neyin feryadı olduğu anlaşılabilsin. Neden olmuştur bu ölüm, kim ya da ne sebeptir, nerede nasıl… O anda kuşlar, ağaçlar, hayvanlar, bitkiler ne konumdadır, mikro evren ile makro evren nasıl bir düzen üzerindedir bu felaket olurken? Bunlar da dile gelir ağıtta. Olan biteni canlandırma, bunun için yerleşik bir bellek tekniğiyle olayları belleğe kaydetme, hatta belleğe acıyla kazıma yoludur ağıt. Destancının, gezgin şairin dilinde bu acı toplumsallaşır. Gönülden gönüle, dilden dile geçer dolaşır. Ama nasıl dolaşır?
Hikaye anlatıcısı, der Benjamin, halktan aldığı teminatın güveniyle, hikâyeleri diyar diyar dolaştıran kişidir. Ama bu güvence her zaman güvenli değildir. Hikaye anlatıcısının hikayeye sadakati bazen ölümcül sonuçlar doğurur. Bir örneğini Pertev Naili Boratav yazmıştı: “Bundan 140 sene evvel, 1800’de sağ bulunan Tüccarî zamanında, hikâyelerimizin birçoğu, sevdalıların muratlarına kavuşmadan ölmeleriyle sona erermiş; bunlar Kerem ile Aslı ve divan edebiyatından Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin tipinde hikâyelermiş. Birçok köylerde ve kasabalarda, yeniçeri ağalarından, köy kabadayılarından buna kızıp, hikâyesinde sevdalıları birbirine kavuşturmıyan hikâyecileri dövenler, vuranlar ve öldürenler olmuş. Bunun üzerine Kars ve havalisi âşıkları toplanmışlar ve bütün hikâyelerin sonunu, hasretleri birbirine kavuşturup muratlarına erdirecek şekilde değiştirmeye karar vermişler. Bu tarihten itibaren sevdalıları birbirine kavuşturmıyan veyahut ölümle nihayetlenen hikâyelere rastlamıyoruz. Yalnız Kerem ile Aslı hikâyesi istisna teşkil ediyor. O, asli karakterini muhafaza etmektedir. Fakat söylendiği nadirdir; bir telakkiye göre, âşıklar bu hikâyeyi anlatmayı günah addediyorlar.” (Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliğimiz, Adam, s. 86)
Sonra da şöyle oldu: Birdenbire çok kıymetlenmişti hikayecinin taşıdığı tarihsel bellek. 18 ve 19’uncu yüzyıllarda halkların hummalı bir biçimde kendini kaptırdığı ulusal oluşum sürecinde, burjuva sınıfının gereksinim duyduğu milli kaynaşmada destanların büyük rol oynadığı fark edilince yaşlı kadınların, gezgin aşıkların dilinde yaşayan halk kahramanlarının hikâyeleri apar topar kayda geçirilmişti. Aslında bunların hepsi birer ağıttır. Kalavela böyledir, daha ilk bölümde ölümle ve ağıtla başlar. Yüz otuzdan fazla varyantı bulunan hâlâ da hem kayıp parçaları bulunmaya hem de yenileri eklenmeye devam eden Manas Destanı böyledir. (Geçenlerde öldü son büyük Manasçı Yusuf Mamay.) Halk üzerinde geniş bir etkisi olmuş kahramanlar için o dilin her yöresinde ağıtlar vardır. Manas Han’ın annesinin adının “Çığrıcı Kadın” olması bir rastlantı olabilir mi? Ağıt çığrılır; ateş düştüğü yeri çığlıklar içinde yakar. Nasıl bir ateştir ki bazılarının düştüğü yer, bir halkın kalbinin tam ortasıdır. Yaşar Kemal bu hakikati hem ailesinin kültüründen biliyordu hem de yaşamında bizzat deneyimlemişti. Babası, o daha çocukken öldürülmüş, annesi, ailesi yıllarca ağıtlarla yas tutmuştu.
Edebiyat diye bilinen bütün türlerin kaynağında, şu ya da bu oranda, o düşen ateşin şöyle ya da böyle çapta yanıkları vardır. Kozanoğlu ağıtı hakkında bilgi verirken Yaşar Kemal, Çukurova’da her obada her köyde Kozanoğlu’na türlü türlü ağıtlar yakıldığını ekler. Bu durum evrenseldir; yeni kuşaklara geçebilecek bir bellek düzeneği; bu belleğin birbiri üstüne kartopu yuvarlanışıyla kendi kendine kurulmuş coşkun zembereği, ağızlarda işlene işlene billurlaşmış dilsel bir kökü varlıktır. Belki bu önemi vurgulamak için, yazısında şu cümleyi tam beş kez yineler: “Kırk bin yıl su altında cilalanmış çakıl taşları gibi, kırk bin yıl ağıt suyunun altında bir ağıt dili.” Bundan şunu da anlayabiliriz; ağıttaki dil yıllar boyu varlığını sürdürdüğü gibi, başka şiirsel biçimlere de kaynak olmayı sürdürerek gelişiyor. Böylece hem beslediği ve zenginleştirdiği türkülerden destanlardan hikâyelerden ağıtın kendisi de besleniyor, yarattığı ile güçleniyor, yeni şiirsel zenginlikler yanı sıra yeni anlamlar yaratıyor.
Bunun bir örneğini gene Yaşar Kemal veriyor; son yapıtlarından birinde Prometeus miti, tersine, kurtarıcının kurtarılmasına dönüşüyor: “Sonunda, dağa yol yapmaya karar verdiler. Kafkasta ne kadar demirci varsa, başladı çalışmaya. Kayaları kırmak için yüzlerce binlerce külünk yaptılar. Kafkas halkı yediden yetmişe dağa sıvandı. Yıllar sürdü dağla insanlığın savaşı ve bir gün yol doruğa kadar çıktı. Ateş hırsızı onları gördü. Teni yanmış, bakır rengi olmuştu. Göğsü de kan içindeydi. (…) İnsanlar yanına kadar çıkınca duru, mavi, iri gözleri sevinçten yaşardı. ‘Biliyordum’ dedi, ben bu insan soyunu biliyordum. Birgün ne yapıp edip beni buradan kurtaracaklarını biliyordum.’ Sevinç içinde şakıdı. Kızgın tanrılar bu işe hiç şaşırmadılar. Tanrılar da insanoğlunun bir gün ateş hırsızını kurtaracağını biliyordu.”
“Ve insanlar, ateş hırsızının zincirlerini söküp onu aşağıya, düze indirdiler. O gece bütün dağların doruğunda, ovalarda, denizlerde, sularda, bütün yeryüzünde ateşler yandı. Yeryüzü apaydınlık oldu, kırk gün kırk gece…” (Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, s.41)
İnsanlık hep o başlangıçları mı yaşıyor, yoksa hayat mı sanatı taklit ediyor? Yazıyı bitirmek için bir cümle arıyorum ama onun sözünden daha bütünleyici bir söz bulamıyorum: “Başlangıçta söz değil ağıt vardı. Ağıt, belki de sözden önce başlamıştır.”