‘Zaferin elde edilebilir
olduğunu düşünerek mertçe savaştım. (…)
İnanıyorum ki gelecek
kuşaklar gerçek uğruna savaşmayı tüm yaşam zevklerinden üstün tutacaklardır’“Donuk ve solgun görünüyordu. İşkenceler yüzünden çok kan yitirmişti. Mafsalları tekerlek işkencesinden yırtılmıştı. Etleri bazı yerlerinde kemiğine kadar parçalanmıştı… Odun yığınına götürüldü ve orada soyuldu. Ardından direğe bağlandı ve canlı olarak yakıldı.”
17 Şubat 1600… Görgü tanığı Kaspar Schoppe böyle anlatıyor onun son anlarını…
Giordano Bruno’dan söz ediyoruz… Filozof, gökbilimci, rahip ve en önemlisi de hakikat aşığı… Yakılmadan önceki son sözleri şöyleydi: “Bilgisizliğin azgınlığına karşı savaştım. İnanınki dünya nimetleri, ya da öz saygı için bu acıya katlanmıyorum, yaşamı ben de çok seviyorum; fakat inançlarım bunun üstündedir.” Gerçekten de hep öyle yaşadı ve öyle öldü.
Kaçmakla geçen bir hayat
Soylu bir ailenin çocuğu olarak 1548’de İtalya’nın Nola kasabasında dünyaya gelen Bruno, on altı yaşındayken Dominiken tarikatına girdi. Ancak, Kopernikus sistemi ile tanışınca, tarikattan sıyrıldı. Din adamlarını yalancılık, sahtecilik ve dejenerasyonla suçlayarak, Ortaçağ Hıristiyan inancıyla arasındaki bağları kopardı. “Tanrı, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar” diyordu ve bu kadarı bile ‘sapkın’ ilan edilmesi için yeterliydi. Önce Roma’ya ve ardından Kuzey İtalya’ya kaçtı. Daha sonraları artık hiçbir yerde kalıcı olarak yaşayamadı, Cenevre, Güney Fransa, Paris ve Londra…
Yeni bir evren felsefesi
Bruno’nun asıl şimşekleri üstüne çeken düşünceleri ise Aristotelesçi ‘kapalı evren’ görüşünden sıyrılarak evrenin sonsuz ve eşdağılımlı olmasıyla ilgiliydi. “Sınırsız mekandaki sonsuz maddeler bir bütünlük içindedir. Dünya sonsuz gezegenler ve yıldızlardan sadece biridir ve hiçbir ayrıcalığı yoktur. Uzay yaratılmamıştır ve hiçbir şey değişmez değildir” diyordu Bruno. Bu, neredeyse günümüzün evren felsefesiydi ve Kilise’nin o günkü bütün dogmalarının sarsılması demekti. Üstelik Bruno, evrenin sonsuzluğu yanında evrenin birliği ilkesini de benimsiyor, Ortaçağ felsefesinde temel alınan gök ile yer ayrılığını reddediyordu.
Yedi yıl boyunca işkence
Sonunda Venedik’te “Bellek Geliştirme Sanatı” dersleri verirken, tutuklandı. 30 Temmuz 1592’de başlayan işkenceli sorgu, neredeyse 8 yıl boyunca kesintisiz olarak sürdü. Engizisyon bu süre boyunca din, dünya, bilim ve özgürlük üzerine düşüncelerinde yanıldığını itiraf etmesini istemekte ama Bruno korkunç işkencelere karşı direnmekteydi. “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım” diyordu o, korkunç işkencelerde bile bu görüşünü hiç değiştirmedi. Şöyle diyordu: “İnsanın sırf çoğunlukta olduğu için, kitlelerle ya da çoğunlukla aynı şekilde düşünmek istemesi aşağılık ve düşük bir kafası olduğunun kanıtıdır. Halkın çoğunluğu ona inansın inanmasın, hakikat değişmez.”
Nihayet, 14 Ocak 1599’da son uyarı yapıldı: “Yanıldığınızı, pişman olduğunuzu kabul edin ve imzalayın.” Bruno’nun yanıtı ise netti; “Pişmanlık duyacağım hiçbir düşünceyi benimsemedim.” Böylece, artık ‘iflah olmazlığına’ karar verilmiş olan Bruno, Şubat 1600’de Roma Valilik Mahkemesi’nin önüne çıkarıldı; artık bir canlı cenaze halindeydi, fiziksel olarak tükenmişti ama mahkemenin “Bruno kâfirdir, yakılarak arındırılacaktır” kararını duyduğunda yine de salonun ortasında dimdik durup, “Siz kararı bildirirken korkuyorsunuz; fakat ben dinlerken korkmuyorum” diye meydan okumasını bildi.
Gerçek uğruna
17 Şubat 1600’de, Roma’nın Campo de Fiori Meydanı’na getirdiler onu. “Yaşamak için elimden geleni yaptım” dedi direğe bağlanırken. Sonra, alevler yükseldi. Yaşamayı seven ama sırf soluk alıp vermek için de doğru bildiğinden şaşmayan bir büyük insanın tarihin derinliklerinden gelen sesi ise hâlâ kulaklarımızda…
Arif MOSTARLI