Birkaç tane kepçe ayakta kalmış, yıkılmamış gövdeleri yaralı binanın duvarlarına indirdikleri darbelerle binayı alaşağı etmeye çalışıyorlar. O dehşetengiz depremin sarsıntısına direnmiş, yara almış olmasına rağmen ayakta kalabilmiş koca bina kepçelerin vücuduna indirdiği darbelere karşı muazzam bir direniş sergiliyor. Vücuduna inen her kepçe darbesinde sarsılsa da bedeninden birkaç parça kopsa da yıkılmamayı başarıyor. Kopan duvar parçalarının arasından evlerin içerisinde sapasağlam duran eşyalar gözüküyor. Karşı sehpanın üzerinde yan yatmış televizyonun karşısında bir koltuk takımı duruyor. Bir başka dairenin yıkılmış duvarlarının arasında mutfak ortaya çıkmış. Mutfaktaki eşyaların neredeyse hepsi yerli yerinde. Buzdolabının kapağı açık duruyor. Sanki biraz önce birisi dolaptan bir şeyler almış ve dolabın kapağını açık unutmuş gibi. Yaşam bitmemiş gibi, birazdan herkes yatağından kalkıp, o mutfağa gelip kahvaltı hazırlayacak. Biri çayı koyacak, birisi kapısı açık olan kapıdan kahvaltılıkları alıp masaya koyacak. İşe gidecek olanlar, geç kalmanın telaşıyla hızlıca bir şeyler atıştırıp çıkacak. Bir sinema perdesinin ekranında izliyormuş gibi bir his doğuruyor insanda apartmandaki her dairenin yıkılan duvarından görünen bölümünde hayatın ayrı bir parçasının tanıklığını yapan eşyalar. Duvar engelini aşan kepçeler, darbelerini evlerdeki eşyalara indirmeye başlıyor. İlk darbede kapağı açık buzdolabı ikiye katlanıp açık duvardan aşağıya yuvarlanıyor.
Hemen yan tarafta onlarca insan yıkımı tamamlanmış, molozları kamyonlara yüklenen yıkıntıların arasında dolaşıyor. Kepçeler toz duman içinde molozları havalandırıp tekrar yere döküyor. Toz dağıldıktan sonra insanlar kepçenin döktüğü molozların arasına girip bir şeylerini arıyorlar. Kim bilir kim neyini arıyor. Belki fotoğraf albümünü birisi, birisi belki bin bir emek ve cefayla biriktirdiği yastığının altına koyduğu, parasını, altınını. Ölümden kurtulmuş ama ruhlarını kaybetmiş bedenlerin yıkıntılar arasında yıkıntıları umursamadan, yıkılan şey sanki kendi başlarına yıkılmamış gibi eşya arıyor olmaları insanda tuhaf bir yabancılaşma duygusu yaşatıyor. Yabancılaşma duygusu, evet yabancılaşma. Yıkıntılar arasında dolaştığım, her yaşanmışlığı kameramın kadrajına her hapsettiğimde yaşadığım duygu yabancılaşma. Uygarlığa karşı yabancılaşma, böylesi dehşetengiz ölümlerin ev yıkımların zeminini hazırlayan, bile bile, göre göre, taammüden hazırlayan yaşam döngüsüne, insanların böylesi kitleler halinde razı gelmiş olmalarına, bu ölüm tuzaklarının içinde umut etme, gelecek tahayyül etme, yaşam kurma gafletine yabancılaşma. Ve bunca yıkıntıyı dolaşıp, bunca yıkıntının dehşetengiz siluetini kamerama hapsedip, sonra da oradan bütün duvarları o dehşet gecesinde çatlamış, pencere ve kapı ağızları patlamış evime dönüp başımı yastığa koyup uyumaya yabancılaşıyorum. Kendime yabancılaşıyorum. O dehşet gecesinde kızımın kollarını bütün vücuduma kenetleyip, korkudan tırnaklarını etime geçirdiği; bin bir zahmetle, dişimizden tırnağımızdan artırıp satın aldığımız ve o gece bize mezar olacağından hiç kuşkumun kalmadığı evde tekrar yeni bir dehşet gecesi yaşamam ihtimali olduğunu bile bile yaşamaya yabancılaşıyorum.
Böyle bir hayatı yaşamaya nasıl razı geldiğimizi sorgulayan aklımın, yine de bu hayatı kaldığı yerden olduğu gibi yaşamaya devam etmesini anlayamıyorum. Bu ağır kaos, aklımın derinlerinde kımıldamaya başladığı an yapmak istediğim şey o yıkıntıların arasına dalmak ve o yıkıntıları kaydetmeye devam etmek. Sanki onları kaydedersem çıkabilirim bu kaosun içinden, sanki o kaydettiklerimi izlerse insanlar bu kaostan çımaya dair bir yol ararlar gibi geliyor bana. O düpdüzgün, birbirinin üzerine kutu gibi dizilmiş evlerin dönüştüğü moloz yığınları, yan yatmış, devrilmiş, takla atmış, bedenlerinde kocaman yaralar açılmış evler, ayakta duran evlerden daha normal geliyor bana. Ayakta duran, bedeninde yara bere olmayan binalara karşı bir yabancılık hissi yaşadığımı fark ediyorum bir süre sonra. Bu hissediş tuhaf bir şekilde bana iyi gelmeye başlıyor. Ancak bütün bu binalar yerle bir olursa, insanlar bu tuzakların, bu tabutların içinde bir yaşam kurma gailesinden vazgeçerlerse ruhum huzura erecek gibi hissediyorum. Yıkıntıların değil, ayakta kalan binaların bende bu huzursuzluğu ve bu yabancılaşmayı yaratmasının içine düştüğüm kaosun çıkış noktası olduğunu düşünmeye başlıyorum. Yaşamı başka bir yerinden, başka bir şekilde kurmalı.