Yeniden yaşamı konuşacağız, yazacağız, alanlarda yan yana gelip öz savunma yapacağız. Bugün, yarın ve her zaman. O özgür olana kadar. Ve yılmadan mücadele edeceğiz; O’nu korumak, özgür kılmak için. Cumartesi Anneleri’nin ısrarı bizi vazgeçmemeye davet ediyor. 1000 haftadır, yılmadan başka bir annenin çocuğu yaşamdan koparılmasın diye yan yana gelen yürekleri parçalanmış, yaşamı özgürleştirme kararlılığında anneler. Bu kararlılık, yan yana gelmenin gücüdür, 19 yıldır tüm saldırılara, zulümlere karşı vazgeçmeden, duyumsayan yüreklerin çoğalmasıyla artarak anneleri çocuklarından kopartmayacak, çocukları özgürlüğe kavuşturacak olan.
Suyun akışına ve Cumartesi Anneleri’nin ısrarına, yüreğine, yaşamın özgürlüğü için yan yana gelenlere saygılarımı sunarak, minnetle başlamak istiyorum sizinle bugünkü buluşmamıza.
Suları tutuklanan, madenlerle dağları delik deşik olan Mezopotamya havzası aklımızın, yüreğimizin bir köşesinde takılı, koşup gidip Fırat’ın deli sularını arındırmak istiyoruz. İliç’e gidiyoruz aklımızla, yüreğimizle, sermaye sisteminin tüm hırsla yaptığı saldırganlık gözümüzün önünde sonuçlarını veriyor aylardır, yığınların kayışıyla hepimizi İliç’e çağırıyor. Kayan kimyasallı (atık) toprak yığınının zehirlediklerinde, o zehirleri (kimyasallı toprakları, atık çamurlarını) söküp almak istiyoruz aylardır. Fırat’ı, Mezopotamya’nın kadim topraklarını, o topraklarda yüzlerce yıldır var olan tüm yaşamı bu katliamdan korumak istiyoruz, bu nedenle yanıyor yüreğimiz acıyı derinden hissederek. Yenileri yaşanmasın diyedir çabalarımız, politik mücadelemiz. Aslında ülkenin her köşesinde gördüğümüz göremediğimiz, bildiğimiz, bilmediğimiz maden işletmelerinin zehirlerinin havaya, toprağa, sulara, işçilere, halklara, hayvanlara, ekosistemlere ulaşamasın diye mücadele ediyoruz her birimiz.
Hatay’da yitirdiğimiz canların bize emanet ettiği canlar hala yaşayabilir koşullarda değil, bir yanımız onlara koşmak istiyor. Hatay’da ve depremin yıkıcılığının yaşatıldığı bölgenin tümünde yaşam koşulları ile ölüme davet birbirine karışmış durumda. Yaşamda kalanların ellerinde avuçlarında ne kaldıysa, kalan alanlara siyasi iktidar el koyma azgınlığını sürdürüyor. Bölsek bölüştürsek mi benliğimizi yaşamı yıkan sistemin her birinin önüne bariyer mi kılsak, ne dersiniz.
Önümüzdeki günlerde her STK el birliği ile BM’nin 5 Haziran Dünya Su Günü’nü kutlayacak. Yaşam yok olurken onu yok eden tüm şirketlerin yeşile boyalı “çevreci” kimlikleri ana akım medyada, reklamlarda boy gösterecek. Yok edişlerini, zehirleyişlerini yeşille bezedikleri sözlerinin gerisinde saklayarak. Yalanlarını, yeşilli çevreci giderlerini vergiden düşüp onu da sermaye birikimlerine katarak ne kadar doğa dostu olduklarını yayacaklar. Kutlayacaklar katliamlarını, yarattıkları ekolojik krizleri. Krizleri kendilerine fırsat eyleyerek sermayelerini katlamaya devam edecekler. Siyasi iktidarla birlikte yaşamı soğuruşlarını, ulusal -uluslararası fonlarla (AB’nin BM in, DB’nin, devletin kredilerini de alarak) doğal alanlara, yaşama el koyarak sürdürdükleri yaşamı yok edişlerinin üstünü bir kez daha örtecekler. Unutmamak gerek, sistemin sözcüleri mutlaka bu kutlamaya eşlik edecekler. Orman Bakanlığı, yanına ders kitaplarına çevreci olarak sokmayı başardıkları STK’ları da alıp ülkeyi nasıl yeşillendirdiklerini anlatan spotlar yayınlayacak, AKP-MHP bloğu ve muhalefetin en çevreci olanları 5 Haziran’da inanılmaz sözler kuracaklar; “hepimiz çevreciyiz, yaşasın yeşil, yaşasın yenilenebilir enerji, en çok biz koruyoruz ağaçları ve hayvanları ” …. diyerek. Öldürürken, yok ederken, yaptıkları yaşama aykırı ne varsa yasallaştırırken.
Biliyoruz ki kapitalist sistem (yürütücüsü siyasi iktidarları, devlet organları, şirketleri, ulusal- uluslararası sermaye kuruluşları ve taraftarı “bilim insanları” ile) topyekûn bu çığırtkanlığını sürdürürken, hiç şüphemiz yok ki, yaşamı her gün her saniye nasıl sermayeme aktarırım diye işlevline devam edecek. Ediyor da, yaşayarak tanık oluyoruz.
Buna karşılık mücadele alanlarından 5 Haziran BM Dünya Çevre Günü kutlanmayacak, kınanacak, egemen sistemin yaşamın üstüne örtmeye çalıştığı karartı örtüsü kaldırılacak. Gerçekler tüm çıplaklığı ile deşifre edilecek, yaşamın özgürlüğü için güçler özgürleşme- özgürleştirme örgüsüne eklenecek. Yıllardır verdiğimiz özgürlük mücadelelerinin gücü ve kararlılığı ile.
TMMOB’a bağlı ÇMO 5 Haziran karşıtlığını ve her yıl buluşma kararlılığını, Gezi’nin özgürlük kalkışından sonra Genel Kurulu’nda aldığı bir kararla duyurmuştu. Karar yaşamın özgürlüğünde buluşmayı ve bunun önemini vurguluyordu: 31 Mayıs 2011’de HES karşıtı mücadelede kaybettiğimiz Metin Lokumcu’nun ölüm yıl dönümü ve aynı zamanda Gezi Direnişi’nin başladığı günün bizlere ilham vermesiyle ismini verdiğimiz ve 31 Mayıs-5 Haziran tarihlerinde -Ekolojik Yıkımla Mücadele Haftası- olarak ekolojik yıkıma dikkat çektiğimiz, çevreye karşı işlenen suçlarla mücadele ettiğimiz ve mücadeleye çağrı yaptığımız gün olmuştur-. Bu kararlılıkla bizler çevre günü ilan edilen Haziran ayında mücadelenin, yıkımlara karşı verdiğimiz kararlılığımızla buluşmaya, yaşamı özgürleştirme kararımızı duyurmaya devam ediyoruz. Ve bunu yaşamımızın her günü aynı kararlılıkla sürdürüyoruz.
8-13 Haziran 2024 tarihlerinde gerçekleştireceğimiz 17. Documentarist İstanbul Belgesel Günleri için buluşmaya davet bugün yaşadığımız süreci de, bu süreci tersine çevirmenin önemini tüm açıklığı ile aktarıyor; -ekolojik kıyıma tanıklık, devlet ve sermaye işbirliğiyle hava-su-toprak gaspı, doğal afet denilip geçilen aslında sermaye hırsı yüzünden yaşadığımız ekolojik yıkımlar ve nedenleri/sonuçları üzerine tartışmaya çok ihtiyacımız olan 6 Şubat depremleri, ekolojik yıkım karşısında mücadele biçimleri/olanakları gibi hepsi birbiriyle bağlantılı konular- da buluşmak-.
Bu davet bizim; ta ki tüm kulaklar, yürekler duyana, yan yana yaşamı özgürleştirene kadar… Özgür günlerde buluşmak üzere…