İstanbul’da 20 Eylül’de olağan koşullarda sonbahar romantizmi ile hoş karşılayacağımız yağışlı bir gün hepimizi korku ve paniğe sevk etti. Çünkü sadece 2 gün önce Tuzla’da kimyasal üretim yapılan bir fabrikada çıkan yangın sonrası “asit yağmuru” uyarısı yapılmıştı. Tuzla’da son 2 yılda benzer yangın ve kimyasal sızıntı riski birden çok defa yaşandı. Ne halk sağlığı düşünülerek bir önlem alındı ne de konuya dair sağlıklı bir çalışma yapıldı.
Sokakta yağmur altında yürümekten bile korktuğumuz böyle bir anda, 26 Eylül’de İstanbul genelinde hissedilen 5.7 büyüklüğündeki deprem yılların bitmeyen “büyük İstanbul depremi” konusunu ve korkusunu gündemin en üst sırasına çıkardı. Deprem sonrası bilim insanlarının, kamu idarecilerinin ve tabi Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın, “depreme en büyük hazırlığın panik olmamak” açıklamasından çıkarabileceğimiz bazı ortak sonuçlar oldu:
– İstanbul için büyük bir deprem bilimsel olarak kaçınılmaz bir gerçek.
– İstanbul depremi konusunda ne kamunun / devletin ne de “piyasaların” hiçbir hazırlığı yok.
– Kentleşmede öncelikleri, deprem karşısında can kaybını önleme ve insani ihtiyaçlar yerine sermayenin yönelimleri belirlemiş.
İstanbul’da yakın aralıkla yaşanan sadece bu iki olay bile bize tek bir şey gösteriyor. Bu çarklar bizi yaşatmak için dönmüyor. Sistemin ister tıkansın ister işlesin her bir parçası, insanın yaşaması için değil güç sahiplerinin üzerinde yükseldiği bu yağma ve talan düzeninin sürmesi için var. Bizi yaşatmayan bu devlet, bu sermaye düzeni, ölümümüzün ardından kurulan sahnelerde beylik birkaç laf edip bazen ajitasyona başvurup kendi yolunu bulmaya devam ediyor.
Örneğin Soma’da ölümlerde sorumluluğu olan iktidarın tek bir günde hayatını kaybeden 301 maden işçisine yaktığı ağıtları izledik. Oysa ölen işçiler madende yaşam odaları olsaydı belki hayatta kalacaktı. Ama bu yaşamsal önlemi maliyet kalemi olarak görenlerin derdi işçilerin hayatı değil kârlarında yaşayacakları kayıptı. Sahte göz yaşları dökenler ise sermayenin bu dizginsiz kâr hırsına yol vermeye devam etti. Sadece Soma’da da değil ülke çapında her yıl iş cinayetlerinde 2000’den fazla sınıf kardeşimiz hayatını kaybediyor. Sermaye birikimi emekçilerin ölümüne çalıştığı bir çalışma düzeniyle sağlanıyor. Bizi yönetenlerse bizi yaşatmak için değil sermayenin çarkını döndürmek için var gücüyle çalışıyor.
Karşımızdakiler yaşamanın ve yaşatmanın iktidarı olsaydı mesela, bugün genç bir kadın akademisyen hala hayatta olacaktı. 10 ay önce çalıştığı üniversitede öğrencisi tarafından bıçaklanarak öldürülen Ceren Damar erkek şiddetinin yüzlerce kurbanından birisiydi. Damar’ı bıçaklayan Hasan İsmail Hikmet 2015 yılında da kendisinden ayrılan kız arkadaşını ilişkileri döneminde çektikleri fotoğrafları ailesi ile paylaşmakla tehdit etmişti. Genç kadının açtığı davada Hikmet mahkemenin aldığı koruma kararını da ihlal etmişti. 4 yılda bir kadına tehdit ve şantaj yüzünden yargılandığı dava sürecinde herhangi yaptırımla karşılaşmış mıydı? Elbette hayır. “Kafası attığında” bir başka kadını öldürme cüretini nerden bulduğu anlaşılıyor mu? Koruma kararına rağmen cinayet işleyen “eski kocalar”, hapishaneden izinle çıkıp karısını öldüren “suçlu” erkekler. Kadınlara yönelik suçlar karşısında cezasızlığı benimseyen iktidardan güç almıyorlar mı? Akıl almaz gerekçelerle uygulanan “tahrik ve iyi hal” indirimleri onlara cesaret vermiyor mu? Sabah akşam kadınları hedef alan “fetva”lar bu yolu açmıyor mu? Bizi yönetenlerin kurduğu bu düzen kadınları yaşatmanın siyasetini benimsemiyor aksine kadınların bedeni ve emekleri üzerine yeni bir toplumsal rejim inşa ediyor.
Önlenebilir iş cinayetlerinde kaybettiklerimiz; rant odaklı kentleşme; sermayenin yaşam alanlarımızı, emeğimizi, doğayı yağmaya açan stratejisi; bir cins kırımına dönüşen kadın cinayetleri; yerinden yurdundan edilen canlılar ez cümle bu ölüm düzeninin dişlileri arasında kalmaya mahkûm edilenler için itiraz ve isyan sanırım iki kelime ile başlayacak: “Yaşamak istiyoruz”