Kadim Adıyaman ve Hatay şehirleri artık yok. Baştan başa birer enkaz yığını. Henüz ayakta olan, yıkılmamış, yıkılmak üzere olan evler, işyerleri yağmalanmasın diye sokaklarda bekleyen tam teçhizatlı askerler dışında kimse yok sokaklarda. Bir de aç susuz sokaklarda dolaşan sokak hayvanları. Kimisi belki de bu yıkılan binalardan birinde yaşayan hayvanlar. Ve bir de enkazları, içindeki eşyalarla birlikte parçalayıp kamyonlara dolduran onlarca iş makinası. İnsanı bir distopya filminin içinde hissettiren iş makinelerinin koca koca kepçeleri, devasa kolları yıkıntıların arasına iniyor, enkazlardan büyük bir toz bulutu çıkararak, insanı dehşete düşüren büyük bir gürültüyle binalardan parçalar koparıp devasa kamyonlara yüklüyor. Daha düne kadar insanların nefes alıp verdikleri, ağlayıp güldükleri, hayat gaileleri için üzüldükleri, gelecekleri için plan yaptıkları, bu evlerin birer beton yığınına dönüşmesi, kepçelerle kamyonlara doldurulup götürülüp bir yerlere dökülüyor olması insana yabancılaşma duygusuyla birlikte dehşet bir acı ve keder yüklüyor. Ortalığa dağılmış eşyaları görüntülüyorum tek tek. Bir tek ayakkabı. Bir terlik. Bir sabahlık. Bir diş fırçası. Duvardan fırlamış prize takılı bir çamaşır makinesi. İçindeki yiyecekler etrafa dağılmış kapısı açık bir buzdolabı. Tek duvarı ayakta kalmış bir banyoda asılı havlu, yıkıntıların arasında duran tek başına bir tuvalet. Yanındaki duvarda birazdan biri koparıp kullanacak gibi duran bir rulo tuvalet kâğıdı.
Bedenleri deşilmiş koca koca binaların arasından bir bağırsak gibi dışarı yığılmış inşaat demirleri insanın bedenini kusma duygusu ile dolduruyor. Betonun gri tozuna, demirin siyah soğukluğuna dokunuyorum. İçinde binlerce insanın yaşadığı bu devasa binaların böyle içindeki insanlarla birlikte yığılıp kalmasının, bu iki maddenin doğru ve yeterli miktarda kullanılmamasından kaynaklı olduğunu düşünmek aklımı karıncalandırıyor. Daha çok, daha çok kâr. İnsanın kısacık ömründe tüketmesinin mümkün olmadığı daha çok serveti edinmek uğruna çalınmış demir ve çimentonun bunca canı bizlerden koparıp almış olması, aklımın kaldıramayacağı bir ağırlığa dönüşüyor önünde durup görüntülediğim her enkazda. Bir süre sonra yaptığım işi yadırgamaya başlıyorum. Çektiğim her görüntüde bir enkazı yağmaladığım duygusu içimi bulandırmaya başlıyor. İnsanların yıkılmış dünyalarını görüntülüyorum. Çalınmış hayatlarının görüntülerini elimdeki makinaya hapsediyorum. Yağmalama duygusu gittikçe yerini sırtıma ölümlerin ağırlığını yüklemeye başlıyor. Çektiğim her binada yarım kalmış yaşamların tamamlanması sorumluluğu biniyor sırtıma. Bu duygu, beni yağmacı olduğum duygusundan daha fazla dehşete düşürüyor. Yarım kalmış onca yaşamın sorumluluğunu hangi fani yüklenebilir ki. Yıkıntıların arasından kendimi dışarıya atıyorum. İnsan görmem lazım. Bağırsakları fırlamış, bedenleri yarılmış binalardan, etrafa dağılmış eşyalardan kurtulup insanların olduğu bir yere gitmem lazım.
Maraş’ta enkazı kaldırılmakta olan binaların arasına dağılmış onlarca insan. Her kepçe enkaza dalıp kalktıktan sonra insanlar yıkıntıların arasından eşyalarını bulmaya çalışıyor polislerin nezaretinde. Bir kuyumcu altınlarının peşinde; “Üzerimdeki elbisemden ve canımdan başka bir şeyim kalmadı” diyor. Bir avukat, dava dosyalarını arıyor yıkıntıların arasında. Etrafta onları izleyen sessiz, suskun, kederli bir kalabalık. Bu dehşetin içinden mal derdine düşmüşleri görmek insanın içini incitse de yine de insan görmek iyi geliyor. Daha dış mahallelerdeki sokaklara dalıyorum. Yere inmemiş ağır yaralı binaların içinden insanlar birkaç parça eşyasını kurtarmaya çalışıyor canhıraş. İlk günlerin can kurtarma telaşı, mal kurtarma telaşına dönmüş. Kınamak mümkün mü? Öyle ya, yaşamaya devam edecek bu insanlar. Bir sabaha doğru tabiatın itmesi, insanın kâr hırsının, yönetenlerin yağmacılığının böldüğü yaşamlarını kaldığı yerden devam ettirmeleri gerekiyor. Acı dolu, eksik dolu, yokluk dolu ama devam ettirmeleri gerekiyor. Bilgisayarımın karşısına oturup çektiğim görüntüleri aktarmak için kartı bilgisayara takıyorum. Elim takılı kalıyor klavyenin üzerinde. Kendi çektiğim görüntülerin dehşetinden ürküyorum. O görüntüleri oraya aktarırsam, onları izlemem gerekiyor. Onları izlersem, onları kurgulamam gerekiyor. Onları kurgularsam…