Gerçekliği sarıp sarmalamış dilin işlevi sanıldığı gibi gerçekliği saklamak ve görünmez kılmak değildir. Dil, dünyada olan biten ne varsa onu anlamanın ve aktarmanın vazgeçilmez bir aracıdır. Dahası olaylar tekrara düştüğünde sözcükler de yenilenip gerçeğin üzerine kümelenir. Öte yandan dil, her ne kadar gerçekliği imlese de tekrara düşen sözcükler gösterilenle olan bağı giderek zayıflar ve sözcük de zaman içinde şeyleşmeye başlar. Sözcüğün gerçeklikteki bu birikimini ve şeyleşmesini “dil tortusu” olarak adlandırabiliriz. Dolayısıyla sıkça söylenen her sözde ve kelimede bu tortuyu nedenleriyle incelemek gereklidir. Türkiye’nin Suriye’ye ve Rojava’ya yönelik işgali, oyun sözcüğü ve oyun ile ilişkili tümcelerle ifade edil(iyor)di. Kürtler’in, Kuzey ve Kuzeydoğu Suriye’de Araplar, Aleviler, Süryaniler, Ezidiler, Çerkesler ve Türkmenler ile birlikte kurdukları ortak yaşamı Türkiye’ye yönelik büyük bir “oyun” olarak görenlerden biri olan Murat Yetkin kendi kişisel bloğunda, “Trump, Erdoğan’ı YPG/PKK konusunda geri çevirebilir. İşte nedeni…” adlı yazısında: “Erdoğan, Barış Pınarı harekatıyla PKK’nin Suriye’de kantonlara dayalı devlet oluşumunu dağıtmış, o “oyunu” bozmuş gibi görülüyor ama daha büyük bir “oyun” IŞİD’le mücadelenin devamı görüntüsünde karşısına çıktığı anlaşılıyor. O “oyunun” diplomatik plandaki ilk sahnesini 13 Kasım’da Beyaz Saray’da izleme ihtimalimiz yüksek” diye yazıyor.
Onbinlerce insan yerinden yurdundan olurken, infazın, yağmanın ve talanın “oyun” sözcüğüyle normalleştirilmesinde büyük bir problem olduğu düşüncesindeyiz. Dahası işgalin, Kuzey ve Kuzeydoğu Suriye’deki haklar üzerinde ölümcül ve yıkıcı etkileri göz önündeyken nasıl oluyor da Erdoğan “oyun kurucu” olmakla övünebiliyor. Bununla birlikte bizden de savaş bir oyun mudur sorusunu sormamız isteniyor. Elbette iktidar ve çevresi için savaş, kazananı ve kaybedeni olan bir oyundur. Oyundaki rekabetin ve oyuna özgü düşmanlığın bir benzerini savaşta da görebiliriz. Savaşın ortasında kalan çocuklar, kadınlar, erkekler, gençler ve yaşlılar ise oyunun taşlarına dönüşüyor. Öyle ki, karşı bir direnişin kaynağı olan teoriler bile oyuna dahil olabiliyor. Bu nedenle yaşamı oyundan, geleceği ve geleceğin devrimini ise savaştan çekip çıkarmalıyız.
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, savaş ve oyun sıklıkla insanın doğasına ait bir etkinlik olarak tanımlanabilir. Tam bu noktada başlangıçlarını bilmediğimiz, mutlaka bir başlangıç anı ve bir yeri olmalı dediğimiz şeyi bulamadığımızda “doğa” kavramı hemen imdadımıza yetişiveriyor. Böylece insan neden savaşır, neden oyun oynar ve savaş nedir, oyun nedir gibi sorularının cevaplarını aynı anda vermiş oluyoruz. Doğa, ne ve neden sorularını açıklarken insanla birlikte her iki kavram (savaş, oyun) da tarih dışına yerleşir. Oysa sorularımız da dünyaya gelen her şey gibi parçalanır, çoğalır ve bağımsızlaşır. Artık doğayla değil, tarih ile birlikte düşünmekteyiz. Buradaki tarih, alışageldiği üzere tekrarı anlatmayı ve bu tekrarı perçinlenmeyi işaret etmez. Tersine geçmişin geleceğe hükmettiği zaman kavrayışından uzaklaşarak, geleceği ve yeniyi de tarihe dahil ederek her bir parçanın ve her parçanın kırıntısı üzerine düşünmenin çağrısıdır. Dolayısıyla vurguladığımız şey “aynılıktan” ziyade “değişim” ve değişime bağlı olarak “yeni” olandır. Diğer taraftan “yeni” olanın aşırılıklarıyla da karşılaşmaktayız. Yeni ülke, Yeni Parti, Yeni Türkiye, Yeni Fransa, Yeni Yeni Zelanda şeklinde listeyi uzatabiliriz. Bütün bunlarla beraber tarihle düşünmek, varolanların aynı görünmesine neden olan değişimi ve devinimi zaman çekimleriyle tefekkür etmek anlamına geliyor. Velhasıl savaş ve oyun kavramlarının böylesi bir düşünümden geçmesi gerekiyor.
Her oyunun kendine özgü bir mekânı ve zamanı olmakla birlikte oyun zamanla yeni kurallarla biçimlenir. Oyuna dahil olan ve o oyunu oyun yapan her ne ise oyun alanı içinde aldığı konuma göre değer kazanır. Her bir oyuncu, kapladığı yerin fonksiyonu doğrultusunda hareket edecektir. Her oyunun bir süresi vardır. Yani hiçbir oyun başlayıp sonsuza kadar sürmez. Zaman, oyunu bir araya getiren etmenlere göre belirlenir. Oyunun kendisi gibi zaman ve mekân da toplumsal bir uzlaşıya dayalıdır. Yine de bütün uzlaşıları askıya alarak oyunun zamanını ve mekanını değiştirecek olan faktör bizzat oyuncudur. Örneğin futbolun kesinleşmiş süresi 90 dakikadır. Yine de doksan dakikayı tamamlayıp tamamlamak oyuncuya kalmıştır. Yani oyuncu arzulayan bir varlık olmaktan kesilmesi ile oyun oynanamaz hale gelir. Buna benzer başka bir durum ise oyundaki nesnelerin eksikliğiyle ortaya çıkar. Satranç tahtası olmadan satrancın oynanamayacağı açıktır. Oyuncuların henüz metaya dönüşmediği bir zamanda oyuna devam edip etmeyeceğine oyuncular kendi başına karar verebilirdi. Günümüz dünyasında oyuncular da masadaki taşlar gibi alınıp satılan şeylere dönüştüğünden ötürü “arzu” ve irade varlığı olmaktan uzaklaşırlar. Bu, arzu etmekten kesilmek manasına gelmez, tersine “oyunu kuran ve oyunun oynanmasını isteyen ve oyundaki her bir parçayı birbirine eşitleyen üst bir gücün-kapitalin- mevcut olduğunu” gösterir.
Bunun yanı sıra oyunun süresi oyuncular için bir “kadere” dönüşür. Oyunun içeriğini oluşturan her bir parça ise bu kaderde kendi biricik rolünü üstlenecektir. Oyun yeni olana imkân vermez. Bütün kurallar belirlenmiştir. Bu kurallar aracılığıyla akıl, oyunun içkinliğine hapsolur ve yapacağı en iyi şeyi yapmaya devam eder. Yani kuralları çözümleyerek oyunu sürdürür ve oyunun kazananı olarak bitirmeye çabalar.
Diğer taraftan oyun, mekanı ve zamanı bölerek kendi dışında, oyun dışı mekan-zamanın oluşmasına neden olur. Burası yeninin bir taklidi olarak değil, gelecek sıfatıyla görüneceği bir yer olacaktır. Bitirirken, masallardan mezar yapan bir iktidarın gözünde elbette savaş bir oyundur. Başıyla sonuyla savaşı, dokuz gün, dört ay, bir yıl diye sayarlar; fakat savaş, bombayla, kurşunla, kinle ve nefretle gerçek bir özgürleşmeye kadar sürer.