Sosyal Haklar Derneği başkanı ve CHP’li eski vekil Melda Onur, iklim krizi ve ekoloji mücadelesini değerlendirdi
CHP 24. dönem milletvekili, gazeteci Melda Onur, parlamenterliği döneminde partisinin Meclis’e sokağı taşıyan mensuplarının önde gelenlerindendi. Ancak Melda Onur, Meclis’in gündemine sadece sokağı değil, kırı, akarsuları, hayvanları ve bitkileri de getiren bir siyasetçi oldu. Çevresel ve toplumsal sorunlara duyarlılığını bugün de Sosyal Haklar Derneği başkanı olarak sürdüren Melda Onur ile ekoloji mücadelesini ve iklim krizini konuştuk:
Avustralya’daki yangını dehşetle izliyoruz. Avustralya halkı, hükümeti iklim değişikliği konusunda gerekli önlemleri almadığı ve kurtarma çalışmalarında da yetersiz kaldığı için protesto ediyor. İnsan kayıplarının yanı sıra hayvanların çektiği acı, yüz binlerce hayvanın ölümü dramatik görüntülerle yansıyor ekranlara. Ne hissediyorsunuz o perişan hayvanları ve bitkileri gördüğünüzde? Bu yangın neyin işareti?
Çok üzülüyorum. Gerçek şu ki bakamıyorum. Çünkü bu dünyadaki felaketlerden en sorumsuz canlılar onlar. İnsan türü olarak hepimizin yediden yetmişe sorumluluğumuz var. Ancak onlar tamamıyla sorumsuz. Avustralya gibi bir ülkenin de bu kadar aciz kalması ve ülkeyi boydan boya saran yangınlar karşısında bunca çaresiz kalmasını anlamış değilim. ABD’deki yangınları izlerken, kendilerine gelmeyeceğini mi düşündüler, karar alma ve harekete geçme mekanizmaları mı yavaş, her şey söylenebilir ama bu yangınların, eğer önlem alınmazsa “bize olmaz” diyen ülkelere de ulaşacağı belli. Bazı yayınlar çeşitli komplolardan söz etse de ciddiye almıyorum. Burada esas ciddiye alınması gereken Küresel Isınma – İklim Krizi uyarılarıydı.
Maalesef bunları haykıranlar kimi yerde hafife alındı, kimi yerde gizli ajandaları olmakla suçlandı. Oysa dünyanın kayda değer büyüklükteki bir kara parçası olan Avustralya’da yaşanan sıcaklık artışı ve kuraklık bir süredir biliniyordu. Ve yaşanmakta olanlar maalesef ve çok hızlı olarak bilim adamlarını ve iklim “aktivistlerini” haklı çıkarıyor. “Aktivistler” sözünü özellikle vurguladım. “Aktivist” kelimesi ne yazık ki, bugün ve gelecek endişesi duyan insanların çabalarını bir hayli zayıflatır hale dönüştü. Bugün evi, yaşam alanı, hayvanları hatta belki de ailesi yanıp kavrulan sıradan vatandaş için aktivistler “orada öyle bağırıp çağıran, gözaltına alınan, bu işi profesyonel hale getirmiş, uzakta durulması gereken, ama zaten ihtiyaç da olursa mağduriyetimize koşup yanımızda direnmekten kaçınmayacak kişi” manasına geldi. Öyle değil işte, herkes o aktivizme sahip olmalı. Olmalı ki, tıpkı Avustralya’da, ABD’de ve dünyanın daha birçok ülkesinde, biz de dahil olmak üzere, iklim krizi önlemlerine karşı takoz görevi üstlenen siyasetçi, bürokrat, medya insanı vs. tipi ortadan kalksın.
Greta Thunberg’in sembolleştiği ‘Fridays For Future (Gelecek İçin Cumalar)’ hareketinin Türkiye’ye yansıması neden bu kadar cılız kaldı? Oysa Türkiye de ağır çevre sorunlarının yaşandığı bir ülke…
Sadece Türkiye’de de değil, işte yukarıda sözünü ettiğim bütün takoz lider profilindeki yönetimler nezdinde cılız kaldı. Aslında cılız da kalmadı. Bilakis çok güçlü girdi. O kadar güçlü bir ses çıkardı ki küçük bir kız çocuğu ya da artık yetişkin, genç bir kadın olmaya doğru gidiyor; o kadar güçlü bir ses çıkardı ki Trump’dan Putin’e, ikisi de kendi tarzlarında yanıt verdiler. Trump hafife almayı, Putin ise art niyet aramayı tercih etti. Bu cılız kalması demek değil. Türkiye’de aslında hep aynı kesim, yani toplumsal olaylara, mağduriyetlere duyarlı, meydanlarda gördüğümüz hep aynı kesim yine sahip çıktı. Türkiye sorunlar yumağı bir ülke, basit matematik hesabıyla bütün aktivizm gücünü bir araya getirdiğinizde ve bunu sahip çıkılması gereken mağduriyetlere böldüğünüzde, birim başına katılım azalıyor. Birçok yerde sahiplenmeler, katılımlar hiç de fena değildir.
İklim değişikliği ve küresel ısınma gibi acil bir sorunun çözümünde sorunun temel müsebbibi olan endüstrinin elini kolunu bağlayan ne? Kapitalizmin mantığı içinde çevre felaketleriyle mücadele etmek mümkün müdür?
Herkesin elini kolunu bağlayan günü kurtarmak, günden kazanmak, yaşadığı dönemdeki mekanını, kendinin ve birazcık da çocuklarının tahtını, bahtını kurtarmak. En basit bakış açısı ile “benden sonra tufan” diye bu duruma çok uygun bir sözümüz vardır. Bu standart insan bakışı. En tepeden baktığımızda ise, politikacılar geleceğe yatırım yaparlarsa iktidarda kalamıyor, çünkü aynı bakış içerisindeki seçmen günlük politikalarla 60-70 yıllık ömrünü tamamlayabileceğini biliyor. Çünkü gelecek nesiller dediğimiz şey onlar için çok uzak. Kısa vadeli popülist politikalar sarmalının ürettiği sorunlar, sürekli büyüyerek bir gün çığ haline gelecek kartopu gibi. “Geldiği gün bakarız” bakış açısı daha hakim.
Çığın gelişine karşı önleyici önlemler göstermelik alınıyor. Bu iktidarları besleyen ve iktidarların beslendiği ekosistem için de aynı. Günü kurtarma, güne yatırım, 60-70 yıllık taht ve baht için para kazanma… İktidarlar ve iktidarların çevresine bakıldığında durum böyle. Devletler ise daha uzun vadeli bakar. Yani devlet sistemi, devlet geleneği, bilmem kaç yıllık devlet yapısı ya da derin devlet dediğimiz elle tutup gözle göremediğimiz ama kısacık yaşamımızda azametini iliklerimize kadar hissettiğimiz devlet aklı biraz daha uzun vadeli bakıyor. Bakıyor da sadece kendi sınırlarına, kendi bekasına, kendi sınırları içerisinde olanlara bakıyor. Oysa artık düşman farklı; iklim krizi sınır tanımıyor. İklim krizi sadece bir göçmen sorunu değil ki duvar öresiniz ya da terör saldırısı değil ki kolluklarınızla, istihbaratınızla bertaraf edesiniz. Bugün iktidarlar, çevresi ve iktidara yön veren vatandaş bilmeli ki artık devletler de iklim krizi karşısında zorda. Birlikte hareket etmeden çözülmez. TBMM’de Çevre Komisyonu üyesi iken, AKP’li bir vekil, “Genel Başkanımız bu konuda ‘biz kendimize bakacağız, kendi çevremizi, koruyacağız’ dedi” diye aldıkları talimatı anlatıyordu. İklim sınır tanıyor mu? Sonuçta iklim konusunda bu kısa vadeli bakış, içinde gafleti de dalaleti de hıyaneti de barındırsa, aynı sonuçlara varılıyor.
Yurttaşların küresel ısınmaya ve çevre kirliliğine karşı kendi gündelik hayatlarında yapabilecekleri nelerdir? Siz kendi gündelik hayatınızı nasıl tanzim ediyorsunuz?
Ekoloji dostu bir gündelik hayat mümkün mü bu sistemde? Mümkün ama şuna da itiraz ederim. Vatandaştan önce devlet yapacak tasarrufu. Kamu spotları hep vatandaşı tasarrufa çağırıyor ama vatandaşın kaşıkla yaptığı tasarrufu devlet, iktidarlar ve sermaye kepçe kepçe yiyor. Bugün enerji ihtiyacı en çok seramik üretimi, çimento üretimi, hurda demir dönüşümü ve AVM vb. yapıların aydınlatılması, ısıtılmasına gidiyor. Ama tasarruf vatandaştan isteniyor. Devletin karbon ayak izinin dev tabanlı olduğunu gören vatandaş da ekolojik bir tasarrufta bulunmuyor. Devleti yönetenlerin yaşam şekilleriyle buna öncülük etmeleri, ama göstermelik, günlük, tek röportajlık değil, samimiyetle öncülük etmeleri insanları da harekete geçirir. Sarayın her gece ışıkları yanıyor, “ben mi kapatacağım” diyor. Ya da bakıyorlar ki ülkenin başındaki kişi bütün gün korumalı 30-40 araçlık filosuyla geziyor, “ben mi yürüyeceğim” diyor. Ya da köyündeki tertemiz gölü bölgedeki sanayi atıklarıyla kurutulduğunu gören kişi, “ben mi sudan tasarruf edeceğim” diyor.
Türkiye’de bariz biçimde görüldüğü gibi doğal çevreye düşmanlık tarihsel çevreye de düşmanlığı beraberinde getiriyor. Bunu tetikleyen nedir? Ben kapitalistlerin ve onlarla işbirliği içindeki hükümetlerin kâr ve iktidar hırsı ve bunun getirdiği ‘eşzamanlı egoizm’in bunun sebebi olduğunu düşünüyorum. Ne dersiniz?
Haklısınız, aynı mantık. Aslında birçok tavır düşmanlıktan değil rant hırsından kaynaklanıyor. Ama dinci, ırkçı, bağnaz milliyetçi bakış açısına sahipseniz, tarihten de nefret edebilirsiniz, burası farklı. Örneğin, İstanbul tarihini 1453 ile başlatmak gibi. 1453’ü başaran Fatih bile böyle bakmadı İstanbul’a. Ya da dinsel tabularınız tehlikeye girmesin diye tarihte çok eskileri görmezden gelmek gibi. Ama bugün doğal alanlarla birlikte tarihi ve kültürel alanların tehdidinde de esas gaye rant, kısa vadeli kazanç. Bunu da işte din, ırk, milliyet soslarıyla sunup, itirazları kesmeye çalışıyorlar. Tarihi ve kültürel mekanlarda, bu tür toplum mühendisliği iş yapıyor, çünkü işin içinde başka din, dinsizlik, etnik köken ya da “gavur” addedilenler olabilir. Ama doğal alanlar konusu biraz daha geniş kesim tarafından sahipleniliyor. Zaten iktidar her alanda bir paralel STK kurdu ve toplum mühendisliği yapıyor. Ama doğa, ekoloji ve çevre konularında kuramıyor. Varsa da etkili değil, bilmiyoruz.
* Hasankeyf’e baktığınızda ne düşünüyorsunuz?
O kadar eski bir projeydi ki, uygulaması da bu iktidara kaldı. Bildim bileli bu tehdit vardı ve hepimiz elbirliğiyle tarihi mezara gömdük. Düşünecek bir şey yok. Türkiye’nin 80 milyonu, hatta mezardakilerle biraz daha da fazlası bu işten sorumlu.
Türkiye’deki en temel çevre problemlerini nasıl sıralarsınız?
Türkiye dünyanın çok tipik coğrafyalarından biri olduğu ve çoklu ekosisteme sahip olduğu için dünyadaki her türlü çevre sorununu görmek mümkün. Ama sorunun başını rant odaklı ve yaşam alanlarını tehdit eden enerji, altyapı vs. adı altındaki inşaat faaliyetleri oluşturuyor. Zaten “çevre” kelimesi yıkımı tam olarak ifade edemiyor. Ben “Yaşam hakkı, yaşam alanı” gibi tanımlamaları tercih ediyorum. Örneğin, siz Tortum’a son derece düşük verimli bir HES kurmaya çalışırken, aslında çok büyük bir yıkıma sebep oluyorsunuz. Öncellikle ağaç kesiyorsunuz ve ortaya çıkan hafriyat hava kirliliğine neden oluyor. Yine ciddi bir tarımsal ve verimli toprak kaybı var. Hafriyatı döktüğünüz bölgede toprak ölüyor ve kirlenme başlıyor.
Çoğu dere yataklarına boşaltıldığında yağmurla birlikte felaketler oluyor. Bu arada HES’ler suyu tutmaya ve civar köylerin suyunu kesmeye başlıyor. Bu su ile yaşayan doğa, hayvanlar ve insanlar, aileler birden zora düşüyor. Evin kadını evini temizlediği, çocuklarını yıkadığı, bahçesini tarlasını ve hayvanını suladığı suyu bulamıyor. Bahçeler, tarlalar ve küçük tarım etkileniyor. Küçük olduğuna bakmayın, bunlar birbirlerine eklemlendiğinde çok büyük bir yaşam kaynağı. Ailenin yaşam alanı daralıyor ve baskılarla şehrin çeperlerinde bir konuta taşınıyor. Köyünde özgür yaşayan kadın, kentte hayatında tanımadığı insanlarla aynı konutun içerisinde kapısını bile açmadan oturup hapis kalıyor. Çocuğunu güvenle köy okuluna göndermek yerine belki bir servise koyup gönderiyor. Çocuk taciz mi edilir, serviste unutulup ölür mü meçhul. Kocası da taşeron bir şirkette, güvencesiz bir işte, bir iş cinayetine kurban gider mi bilemiyoruz. Çevre sorunları birer sosyal sorundur ve böyle bütüncül bakarsak sorunun ne olduğunu görebiliriz. Termiklerin yarattığı sağlık sorunlarından söz etmedik bile…
Geçen gün bir Alman kanalında izlediğim bir programda Galler’deki bazı yerleşim birimlerinin buzulların erimesi sonucu yükselen deniz seviyesi sebebiyle boşaltılmaya başlandığını gördüm. İnsanlar kuşaklar boyunca yaşadıkları evlerini terk ediyor. Ülkeler topraklarını kaybedecek. Ülke topraklarının korunması gerekçesiyle büyük bir silahlanma yarışı sürerken, devletlerin ve hükümetlerin esas toprak kaybı riskini görmezden gelmesi nasıl bir aymazlıktır?
İşte az önce dediğim gibi… En uzun vadeli bakış açısı devlet aklına aittir. O vade de kısaldı bitti. Avustralya yanarken, Norveç’te de çok sıcak günler yaşanıyormuş. Kriz kapıda değil, geldi… Buyrun mültecilere duvar örün, ya da biz toplu halde üfleyelim, belki sınırdan içeri girmez kriz!
Buzulların erimesi sonucu dünyanın bazı bölgelerinde yüksek seviyede metan gazı çıkmaya başladı topraktan. Bunun dünyadaki yaşam için nasıl bir tehlike olduğu da sadece belli çevrelerde konuşuluyor. Bu tartışmaları bilimin alanından siyasetin alanına taşımak için muhalif siyasi parti ve örgütler yeterli çaba sarf ediyor mu, bu konuda nasıl bir örgütlenme gerekir?
İktidar partileri kadar, muhalif partiler de günü kurtarma çabasında. Çünkü zaten vatandaş günlük yaşıyor. Özellikle de bizim gibi ülkelerde. Muhalefet de özellikle seçim dönemlerinde kısa vadeli, günü kurtaran politikaları bol keseden vadedebiliyor seçmene. Ancak bu çevre direnişi – ya da yaşam alanı savunmaları desek daha doğru- orada bir kırmızı çizgi var. Siz bir yaşam alanına gidip, oradaki köylü ya da mahalleliye “bakın burada şöyle bir inşaat yapılıyor, gelecekte bu size zarar verecek” falan diye anlatın, öyle dinlerler, hatta içlerinden birkaç işbirlikçi, sizi “tuzu kuru çevreci” vs. diye kötüler. Ama ta ki bıçak köylünün karnına dayanıncaya kadar. Bıçak dayandı mı, yani su bulanıp toprak kaybedildi mi o zaman kızılca kıyamet kopar ve dayanışma içinde direniş başlar. Bu her alanda böyledir. İşte biz de dünyada tüm devletlerin birlikte hareket etmeye başlayacakları, ama dönüşün olup olmadığını bilmediğimiz o anı bekliyoruz, Godot’yu bekler gibi…
Davalar takip ediliyor
Sizin çevre sorunları konusunda yürüttüğünüz sivil inisiyatif çalışmaları nelerdir, kamuoyuna nasıl bir mesaj verirsiniz?
Şu an Sosyal Haklar Derneği genel başkanıyım. Bizim de dernekte Ekoloji ve Kent Hakkı Atölyelerimiz ve Çalışma Gruplarımız var. Dernek, ağırlıklı olarak dava takipleri üzerine çalışıyor. Avukat üyelerimiz zaten birçok kentsel ve kırsal davanın da takipçisi. Ama burada şunu belirtmem de gerek. Bundan bir 7-8 yıl öncesinde ekoloji hareketi çok daha güçlü ve birlikte hareket edebiliyordu. Birlikte hareket etmekten kastım, çok parçalı, bölünmüş bir hareket olmasındandır. Bu birliktelik pek çok yıkım projesinin iptalini sağlıyordu. Ancak iktidar daha çok alanda cephe açarak, yargıyı aktivistlere karşı kullanarak, kullanamadığı mahkemeyi de değiştirerek bu gücü bir hayli kırdı. Yani savunan insan sayısı artmazken, bu insanların bölünmek zorunda kaldıkları mağduriyet alanı sayısı arttı.