Öğrenmenin yaşı yoktur derler. Uzun karanlık sürecin yorduğu toplumsal muhalefet sık sık içerisinde yaşadığı karanlığı unutarak iyimser beklentilerin etkisine giriveriyor. Ne yazık ki her seferinde hayatın acımasızlığı, beklentinin iyimserliğine galip geliyor ve koca bir toplum öğrenmeye devam ederek ilerliyor. 17 yıllık iktidarın pervasız zorbalığının ve cüretkâr hoyratlığının oluşturduğu kötümser hava, 23 Haziran sonrası yerini edilgen bir iyimserliğe bırakırken kötücül bir naif beklentilerin oluşmasını tetiklemiş bulunuyor. Naifliği kötücül kılan, hiçbir şey yapmadan her şeyin kendiliğinden gerçekleşeceği beklentisinin etkin hale gelmiş olmasıdır. Bu edilgen iyimserlik hali Selahattin Demirtaş hakkında mahkemenin verdiği karar sonrası tahliye olması beklentilerinin ve ciddi bir heyecan dalgasının oluşmasına yol açmıştır. Siyasal bir esaretin adli kararlarla bitirilmesi bekleniyordu, olmadı.
Ancak “Osmanlı’da oyun çok” lafını haklı çıkarmak istercesine Ankara Savcılığı aynı davadan yeni bir soruşturma başlatarak Yüksekdağ ve Demirtaş’ın tutuklanmalarını talep etti. Sulh Ceza Hâkimliği, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talebini görüşmeye başladı. Demirtaş ve Yüksekdağ da duruşmada SEGBİS ile savunma yaptı. Savunmaların ardından mahkeme, Demirtaş ve Yüksekdağ’ın tutukluluğuna karar verdi. Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ, hukuku ayaklar altına alan bir “hukuk” kararı ile tutukluyken tekrar tutuklandılar. Bu garabete son noktayı Erdoğan koydu ve “Bunları bırakamayız. Eğer biz bırakırsak ebedi âlemde şehitlerimiz bize bunun hesabını sorar. Bu topraklar rastgele topraklar değil” dedi. “Lex est quod facimus.”( Yasa bizim yaptığımızdır.)
Edilgen beklenti bir kez daha boşa düşerken kötümser gerçekçilik tekrar kendisinin doğrulanması ile avuntu bulmuş oldu. Erdoğan’ın gideceği günün falını tutan toplumsal muhalefet, bir kere daha öfkeli açıklamalarını, yeni eylem zemini olan sosyal medyada dile getirdi ve saray teşhir edildi. Oysa Erdoğan tüm pervasızlığıyla adalet denen mekanizmanın siyasal gerçekliğini herkesin yüzüne vuruyordu. Adaletin görevi düzeni korumaktı ve düzen kendisiydi. Daha önce bu köşede dile getirildiği şekliyle, “Belki de kötülüğün sıradanlaşmasından değil pervasızlaşmasından söz edilebilirdi.” Zira insana karşı suç işleyenler bunu sıradan bir iş olmaktan çıkarıp kendilerinin hakkı gibi sunmaya başlamışlardı. Kendilerine göre hâkim olan inancı temsil etmekteydiler. Yaptıkları, verili toplumsal yapının normal gördüğü işlerdi.
Erdoğan bu çıkışıyla bir gerçeği tekrar herkesin görebileceği şekilde vurgulamış oldu. Yaşanmakta olan olağanüstü bir süreçtir ve açık diktatörlük halidir. Kendisine bu yetkiler bizzat seçim kanunu yok sayılarak, mühürsüz oyların geçerli sayıldığı ve toplumun büyük çoğunluğunun sessizce onay verdiği referandum sonrası verilmiştir. Mahkemeler yeni dönemin şiddet aygıtına dönüşmüş, üzerindeki tarafsız örtüsünü bir kenara atarak hukuk gerçek kimliğine bürünmüştür. Şimdi hukukun görevi iktidarın devamını sağlamaktır. Hukuk, iktidarın hukukudur. Bu nedenle “toplumun yarısının diğer yarısına karşı şiddetinin pervasızlaşması meselesi, diğer yarının buna nasıl izin verdiği sorusunun cevabı verilmeden izah edilemez. Bu izah yapılmadan bu pervasızlık da ortadan kaldırılamaz.”
Erdoğan iktidarının sonunun geldiğine dair inanç, onun olağanüstü karakterinin görmezden gelinmesine yol açabilmektedir. Son dönemde kaleme alınan pek çok yazı ve yapılan yorum, iktidarın dağılmakta olduğu tezi üzerine dayanmaktadır. Bu tezin temel dayanak noktası olan iktidarın çatırdadığı, iç çatışmaların kontrolden çıkmaya başladığının iddia olmaktan çıkıp realite haline gelmiş olduğu gerçekliğidir. İddia bu haliyle doğru bir temele yaslanmaktadır. Saray rejiminin uzun süre ayakta kalma koşulları büyük oranda kaybolmuş, düne kadar kontrol altında tutulan ve gizlenen iç çatışmalar giderek kontrolden çıkıp açıkça yürütülmeye başlanmıştır. Gerek ekonomik koşullar gerek dış ilişkiler ve gerekse toplumsal gelişmeler içeride hem ciddi kaygıların hem de öfkenin birikmesine yol açmış bulunuyor. İktidar, tüm hegemonyasını kaybetmeye başlarken yaptığı tüm hamleler ters tepmeye ve bumerang misali kendisini vurmaya başlıyor. Saray kaybediyor.
Belki de edilgen iyimserliğin atında en çok bu olgu yatıyor. Saray yıkılıyor, Erdoğan düşüyor. Bu sebepten olsa gerek; hem toplumsal muhalefet hem de örgütlü güçlerin önemli bir kesimi kenarda durup seyirci kalarak daha az bedel ödeyeceğini, Erdoğan sonrasına daha derli toplu gireceğini varsayıyor. Fakat kabul edilmesi ve görülmesi gereken olgu bu düşüşün bir serbest düşüş değil kedi düşüşü olduğudur. Kedi, düşerken tutunabildiği her yerde tutunur ve tırnaklarını geçirir. Erdoğan’ın kendiliğinden düşmesini beklemek, toplumun canını yakacak tırnak geçirmelere hazır olmak, ödenecek bedellere razı olmak demektir. Unutulmamalıdır ki, sarayın yıkılmasında payı olmayan bir solun sonrasında sözü de olmayacaktır.
Sarsıntılı ve zor bir sürecin içerisinde yaşananlara cevap üretebilmek, ortaya çıkan imkânları devrimci mücadelenin güçlenmesi için kullanabilmek ancak sosyalistlerin küçük kaygılarını bir kenara bırakarak işçi sınıfı ve ezilen halkların çıkarları için yan yana gelmesi ile mümkün olacaktır. Yapılan yan yana geliş çağrılarına kulak vermek gerekir.