Azalarak yürümenin handikabı elbette herkesin kapısına dayanacak bir gün. Adı olan her şeyin bir kaderi var ve bir de kederi var. Bunları bile bile kendine ve dünyaya hevesle başlayan, başladığı yeri kaybeden, sonra yeni başlangıçlar denemekten korkmayan insan soyu bir gün yorulur. Neyi neye yorduysa hepsinden tek tek kovulur. Varmak tabii ki bir vuslat olarak kalmaya devam edecekti, ediyor.
Zaman ile hemhal olmuş yaşamanın kazananı yok artık. Çağlardır yok çünkü zaman artık kolumuzda, cebimizde, masamızda yani baktığımız, var olduğumuz her yerde bakakaldığımızdır. Eskilere bu yüzden sığınak der, yenilerde kıskıvrak barınırız. İnsan icat ettiğinin çemberinde döne döne kendini kaybetmeyi maharet sanıyor. Bu zannetmek, zamana inanmak kadar insanı kahrediyor.
Eğlencesine küsmüş, mutluluğundan ödün vermiş, özgürlüğü hiç görmemiş, aşkı sabote etmiş gibi gibi aynaların karşısında kendimize bakmaktan bıkmıyoruz. Sorun belki de sorulmamış sorunun cevabında gizlidir. Belki de cevap diye bir şey her daim herkesi kendine inandırmayı başarmıştır. İnsan kuşatma altında, insan dünyayı kuşatma açlığında. Sonlardan sonlar çıkarmaya hevesli.
Hile ile takas edilen her gerçek birer mayın gibi hayatlarımızın orta yerinde kendini gösterecek ve herkes yara alacak. Hatırlayan hatırlanma telaşında her şeyi unutacak. Bir kehanet değil, insan ve dünya haritası. İnsanın ettiğiyle dünyada dolaşması, suçu ve günahı birbirine benzetmesi. Ceza ve ödül karmaşası da cabası. Hayıflandık, ayıplandık ama aynı aklı kullanmayı bırakamadık.
Dönmeyen heyecan, donan özlem, doymayan pişmanlıklar, art arda dizilen hayıflanmalar; böyle eksik ve eğik dizilmek günlere. İç çeke çeke kendinden uzaklaşmak ve hep ardına bakmak. Önce dilini, sonra kulaklarını, en son da gözlerini bir kuyuya atmak ve son bakışla ışığı söndürmek. Hiçbiri film değil, yaşananlar ve yaşatılanlardır.
Gürültünün ve cümbüşün güldürdüğü takvimler de var, unutulmamaya mahkûm edilendir. Gideni de kalanı da sessiz bırakıp sadece bakmak. Hayat neredeyse teselliler çağında, hayal neredeyse gerçeklerin önünde, kaybetmek neredeyse kavuşmanın yamacında, sevmek neredeyse nefretin dibinde. İnsan yas ve karnaval ile aynı sokakta.
Yeryüzünün gökyüzüne mesafesi, insanın insana mesafesi kadardır bazen. Özlemek ve terk etmek de birbirine bu kadar yakındır ve uzaktır. Olmaklar, olmamışlıklar, dilin hengamesi, aklın kamaşması birer muamma. Umutlarla derdest edilmeye amade insan nereye böyle, diye bir soru yankılansa her gün belirsiz anlarda. Uslan, diye bir çağrı yankılansa. Yeniden başlamak masalı, böyle başlıyor.
Serencamına ihanet eden, bir de birçok şeyi feda eden hayatlar gördük. Yana yakıla istenilen ne çok şey var, bile isteye kaçırılan onca şey var. Hepsi birbirinden kaçma arayışında, tanımama ve en son da kaybetme heyecanında. Düşmenin de bir albenisi vardı, şimdilerde her yerden kovulma bahanesi. İnsan değişince değdiği yerleri de değiştiriyor ve artık her şey bir başka bir şey.
Duman ve kül, toprak ve taş, aşk ve ayrılık, an ve mekan; dünya bunca kelamın kıyısında yaşanıyor. Yarattığının mağduru herkes ve tek tek. İnsan yaşadıkça yaş alıp yaş değiştiriyor. Ötesi, berisi nerede kaldı ya da nereye gidecek, bilinmez. Çünkü bilmek korkutur bazen ve bazen de cesaret verir. Bu bazenler insanı yoldan çıkarabilir ve yola da koyabilir.
İnsan aldıklarının ve verdiklerinin haritasıdır, bu zamana şerhtir. İnsan yaşadıklarının hatırasıdır, başkasına sadece gösterir, bu da bir vasiyettir. Kalmak ve kalmamak arasında bozguna uğrayan birçok şeyin ağırlığı insanın bir ömür taşıdığıdır. Zaten insan taşıdıklarının rüyasıdır; yani sevindiren ve kahredendir.
Haftanın kitap önerisi: Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi / Çeviren: Mehmet Özgül, Ketebe Yayınevi