“Kadın cinayetleri politiktir!” dediğimiz için yargılanıyoruz! ‘Politik değildir’ diyebilir ve aksini savunabilirsiniz. Ama suç kabul etmek ve yargıya taşımak akla uygun mudur..!? İnsanın kendisi politik bir varlık değil midir?
Diyarbakır’da 22 Mayıs’ta düzenlenen operasyonla Özgür Kadın Hareketi (TJA) ve Rosa KAdın Derneği yöneticileri ile birlikte toplamda 18 Kürt siyasetçi gözaltına alınmış, 9 kadın kadın 12 kişi tutuklanmıştı. Gözaltına alınan arasında yer alan Ayla Akat Ata, kadınlara yönelik baskı ve tutuklamaları kaleme aldığı bir yazı ile değerlendirdi. Akat Ata’nın “Yarına dair..!” başlığı ile JinNews için yazdığı yazı şöyle;
Öldürmeyen darbe güçlendirir derler.
Bizler de zulmün ve dolayısıyla acının envai çeşidinin yaşandığı coğrafyamızda, yaşadıklarımız ve tanıklıklarımızın bize kattıkları ile var oluyoruz aslında. Bizi biz yapan hakikatlerle buluşuyor, emekle yaratılan güzelliklerin bir parçası oluyoruz.
22 Mayıs’ta,Rosa Kadın Derneği’nin yönetici ve üyeleri ile HDP ve DBP yöneticilerinin aralarında bulunduğu 18 kişi eş zamanlı olarak gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar arasında biri Barış Annesi 13 kadın bulunuyordu. 8’i kadın 12 kişi (biri yavrusuyla) tutuklanarak cezaevine gönderildi.
Son yıllarda neredeyse her muhalif için söz konusu olan gizli ya da açık tanık itirafları/iftiraları ile cezalandırılma, özgürlüğünden alıkonularak etkisizleştirilme pratiği -gerçekte bir sonuç alınamadığı açığa çıkmış olmasına rağmen- bu kez Rosa Kadın Derneği için hayata geçirildi.
Tabi ki şaşırmıyoruz!
Bu operasyonların olası ve gerçekleşebilir olabileceğini öngörüyor olmamızın kötü bir duruma işaret ettiği ve bir kabullenmişliği beraberinde getirdiği söylenebilir; hatta eleştirilebilir. Ancak aynı zamandabu yanlışta ısrar edenler, hayata geçirenler açısından üzerinde düşünülmesi gereken bir sonuç değil midir?
Hukuki olmaktan uzak olduğu tartışmasız olan; muhalif örgütlü kesimlere yönelik bir bastırma, sindirme ve etkisizleştirme yöntemi olarak gerçekleştirilen gözaltı ve tutuklamaların “sıklığı ve sayısı”, bu kesimlerin iddialarının haklılığına olan inançlarını, kararlılıklarını ve dolayısıyla yapılan operasyonların etkisizliğini ve anlamsızlığını ortaya koyan bir gerçeklik değil midir?
Rosa hakkında başlatılan soruşturma, kadın hareketimizin geçmişini kriminalize ederek, kadına yönelik her türlü şiddete karşı verdiği mücadele içerisinde savaş karşıtlığı ve ortaya koyduğu barış iddiasını yargıya konu ediyor. Aslında yargılamaya gerek duyulmadan verilen kesin bir hükmün sonuçları ile karşı karşıya kalıyoruz.
“Kapatılan kurumların devamı olmak” iddiasıyla yargılanıyoruz!
Özgürlük ve eşitlik iddiasıyla yola çıkan kadınlar, sebepsiz ve sorgusuz bir şekilde onlarca kadın kurumu KHK’larla kapatıldığında, bu iddialarından vaz mı geçeceklerdi?
Kadına yönelik şiddet her gün artarak, çeşitlenerek ve vahşileşerek devam ediyorken sessiz kalıp göz mü yumacaklardı? Kadın kurumlarının kapatılması başlı başına bir şiddet şekli iken hem de..!?
Anayasal güvence altında olan örgütlenme hakkını kullanmaktan, “Vardık, varız,varolacağız!” demenin birgerçekleşme şekli olduğuna inandıkları halde,vaz mı geçeceklerdi?
Mücadele deneyimleri ve birikimlerini yok sayacak;bedel ödeyerek yarattıkları değerler ve elde ettikleri kazanımları terk mi edeceklerdi?
Dünü olmayanın yarını olabilir mipeki..?
Hakikat ve adaletin peşinde olanlar dünü yok ve yaşanmamış sayabilirler mi?
Eğer sonuç çıkarmayı başarabilirsek, dün yaşanılanlar değil midir yarınımızı aydınlatacak olan?
“Ya yeni bir yol bulacağız ya da yeni bir yol açacağız” dediğimizde yola döşeyeceğimiz taşları kazarak çıkaracağımız toprak değil midir yaşanmışlıklarımız, hafızamız, tarihimiz..?
Evet! tarihi egemenlerin yazdığı söylenir. Ancak ya öteki tarih?
Bazen bir büyüğümüzün anlatımıyla edindiğimiz, bazen okuduğumuz bir araştırma-inceleme kitabının sayfasında rastladığımız, izlediğimiz bir görsellepekiştirdiğimiz…
Bazen bir dengbêjin kilamıyla hakikatine vardığımız…
Bazen bir ressamın hafıza odasında yüzleştiğimiz…
Biryazarın kaleminden dökülen kelimelerde, şairin duygularında bulduğumuz bilgiyi yok saymak mümkün müdür?
Bilginin bizlere katacağı zenginliğe ve verdiği güce sırtımızı dönebilir miyiz..?
Bilgi, isyanların sayısında saklı değil midir..? Yapılan operasyon, gerçekleştirilen eylem sayısında…
Saymak, sayabilmek mümkün olmasa da kaybettiklerimizin anısında…
İdam edilenlerde…
Yapılan gözaltı, tutuklanan insan sayısında…
Bir ömrü; yaşamlarının neredeyse otuz yılını mahkûm olarak geçirenlerin sayısında…
Boşaltılan evlerin içindeki yaşanmışlıklarda…
Göç yollarına düşen, sürgünü yaşayan insanların sayısında…
Yavrularının kemiklerine dahi ulaşamayan; ama aramaktan asla vazgeçmeyen annelerin soran gözlerinde…
Yazılı olmayan tarihin yazıya döküldüğü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin mahkûmiyet kararlarında…
Kapısına kilit vurulan kurumların, kapatılan partilerin sayısında…
Bilgiye ulaşmak bu kadar kolaydır işte. Bilgiyi yok sayanların hükmünün geçtiği zamanları yaşıyor olsak da,kadınlar için bilgi kutsaldır.Yok sayılmanın ne demek olduğunu bilir kadınlar. Yaşamdaki karşılığını acı bir biçimde tecrübe etmişlerdir çünkü..! O nedenle asla yok saymayacak, olmamış/yaşanmamış kabul etmeyecek vebize kimlik kazandıranmücadele geçmişinden kopmayacaklardır.
“Kadın cinayetleri politiktir!” dediğimiz için yargılanıyoruz!
“Politik değildir” diyebilir ve aksini savunabilirsiniz.Ama suç kabul etmek ve yargıya taşımak akla uygunmudur..!? İnsanın kendisi politik bir varlık değil midir? Gerçekleştirdiği eylemlerin politik olmasıkadar doğal bir sonuç olabilir mi?
Bu çıkarımı suça konu eden yaklaşım, egemen bir düşünüşü ve yasada yeri olmayan bir müdahale ayrıcalığını ortaya koymaktadır aslında. Egemenlik, bir ırk, sınıf, cins, dil, din ve inançiçin söz konusu olabileceği gibi bir düşüncesistemi, ideoloji içinde geçerli olabilmektedir yazık ki!
İşte kadınlar tam da bu nedenle tüm egemenlik ilişkilerini sorguluyor, yorumluyor ve tartışıyorlar:
Eşitliğe inanan, öldürme hakkını kedisinde bulabilir mi?
Kadın cinayetlerini olası görmeyen zihniyet, ölenlerin yakınları affetmeden katilleri affedebilir mi?
Kadınlar en yakınları ve güvendikleri insanlar tarafından öldürülüyorken, “aile” kutsiyet atfedilip “mahrem/özel alan” sayabilir mi?
Gerçekleşen cinayet ve yaşanan ölüm sayıları ürkütüyorken, önleme ve koruma mekanizmalarının hayata geçirilmesi geciktirilebilir mi? Diye soruyorlar.Cevaplar her birimizin yaşamında, acı yaşanmışlıklara bakınca çıkıyor karşımıza.
Kabul etmiyoruz! İtiraz ediyor, sözümüzü söylüyor ve eylemimizi örgütlüyoruz. Kadın cinayetleri devam ettiği sürece, politiktirdemekten asla vazgeçmeyeceğiz.Çünkü yaşamı ve yaşatmayı, eşitliği ve adaleti savunuyoruz.
Rosa yöneticisi ve üyesi olmaktan bağımsız olarak suça konu edilen ve yargıya taşınan eylem ve söylemlerimiz gösteriyor ki, mesele sadece şiddet karşıtlığı ve kadına yönelik şiddetle mücadele etmek değildir. Bu mücadeleyi, yaşam gerçekliğimiz içerisinde veriyor olmamızdır. Diş ağrısı çeken bir insanın ısırdığı en lezzetli ve tatlı lokma dahi olsa, haz alması ve mutlu olması mümkün müdür..? Savaşın, çatışmanın ve şiddetin yaşam alanlarımızda yüzleştiğimiz bir gerçek olmasının, kadınları örgütlü bulundukları her alanda demokratik çözüm için arayış içinde olmaya ve barışın emekçisi olmaya motive ettiğini göremeyecek kadar körleşen zihinlerle karşı karşıyayız ne yazık ki!
Kimliğimiz, dilimiz, kültürümüz üzerinde var olan baskılara dair söz söylemenin, en önemlisi barışı savunmanın suça konu edilmesi kabul edilebilir mi..? Şiddeti ve sonuçlarını öven bir tek açıklama, ifade ve eylemimiz bulunmamakla birlikte, bizlere sorulan farklı sorulardan “Barış istemenin ve bu isteği toplumsallaştırmanın, başta İmralı olmak üzere çözüm adreslerine işaret etmenin, eş başkanlık gibiemek verilerek ve bedel ödenerek elde edilen kadın kazanımlarını savunmanın, belediyelere kayyum atanması gibi haksızlık ve hukuksuzluklara karşı ses çıkarmanın, yakınlarımızın ve tanıdıklarımızın taziyelerine gitmek gibi bizi biz yapan toplumsal değerleri yaşatmanın, yerel seçimlerin aday tanıtım toplantısı ve 8 Mart’a katılım sağlamanın” suç kabul edildiğini gördük.
Bir bayram sabahı diğer iki çocuğu onu evde beklerken kucağında dört yaşında, böbrek hastası olan oğlu Dılgeş’le yolculadık cezaevine Gönül arkadaşımızı. Tıpkı Jiyanda’nın, Sarya’nın, Eylül’ün ve Havin’in annesi Adalet, Fatma, Narin ve Sevim arkadaşlarımız gibi…
Anayasal haklarımızı kullanıyor ve yasal sınırları biliyoruz. Ancak anlıyoruz ki, yazılı olmayan bir hukuk uygulanıyor bizlere. Örgütlenme, düşünce ve ifade özgürlüğü açısından anayasanın ve yasaların koyduğu sınırlar dışında bir de bu hakkı kullananın kimliği/kimlikleri sınır kabul ediliyor! Bir çifte standart ve ayrımcılıkla karşı karşıya kalıyoruz. “Yaşanan hukukun katlidir” diye bitirdim Sorgu Hakimliği’nde savunmamı. “Adalet mülkün temelidir” yazısı asılı olan mahkeme salonlarında katledilen hukukun ülkeye ve ülke insanına verdiği zararı tarif edip tanımlayabilmenin mümkün olmadığını bilerek.
Yaşanılanları ve çekilen acıları ifade etme ve tanımlama biçimimiz bize bu acıları yarıştırma hakkını verir mi? Algılayış ve izah etme şeklimiz, var olan bilgimiz ve görüp anlayabildiklerimizle sınırlı değil midir? O zaman hakikati açığa çıkaracak her tartışma ve paylaşım değerli ve kıymetlidir. Suça konu edilip yargılanmamıza neden olsa da “demokratik çözümün sağlanabileceğine ve barışın hayal olmadığına” inanıyoruz. Hatta bugünkü siyasi iktidar güçleri ve ülke yönetiminde sağlanan ittifaklar düşünüldüğünde çözüm konusunda muhataplık sorununun aşılması açısından her zamankinden daha avantajlı olunulan bir dönemdeyiz belki de.
İçine düştüğümüz yetmezlikler, yaşadığımız eksikler ve yaptığımız yanlışların ne kadar farkındaysak sonuçlarının ağırlığı altında o kadar eziliyoruzdur. Dert sahibiyizdir… Kabul etmek/ edebilmek bir erdemdir ama bu erdemi açığa çıkaran söylemlerimiz değil eylemlerimizdir. Ortaya koyduğumuz pratiktir. Bu nedenle bu kara günlerde, sonuçlarının ne olduğunu/olabileceğini öngörsek de doğruya işaret etmekten, gerçeği savunmaktan ve rahatsızlık verse de düşüncelerimizi ifade etmekten ve paylaşmaktan asla vazgeçmeyeceğiz.
Yeter ki, tartışmanın ve konuşmanın bir sorun çözme yöntemi olduğu kabul edilsin.
Yeter ki, iktidar olma yahut iktidarda kalma düşüncesi ile sorun üzerine siyaset yapmak yerine sorunun çözümü için siyaset üretmek tercih edilsin.
Yeter ki, yaşamakta ve yaşatmakta ısrar edilsin.
Kürt Sorunu’nun çözümsüzlüğü bugün Rosa’nın yönetici ve üyelerini yargı önüne çıkarmış ve haksız olduğunu bildiğimiz tutuklamaları beraberinde getirmiştir. Oysa ki Rosa’nın kuruluş amacı kadınlara yönelik her türlü şiddetle mücadeledir. Yaptığı çalışma, eylem ve etkinliklerle de bunu ortaya koymuştur. Evet, Kürt Sorunu’nun siyasi çözüme kavuşması arzumuz vardır. Ancak bu gerçekleşse dahi, kadın-erkek eşitliği sağlanmadığı ve kadına yönelik şiddet son bulmadığı sürece kadınların mücadelesi ve direnişi devam edecektir.
Türkiye Kadın Hareketi ile eşitlik ve kadına yönelik şiddet konularında sağladığımız fikir ve eylem birlikteliğinin kapsayıcılığı, konu barış mücadelesi olduğunda militarist ve milliyetçi bariyerlere takılır çoğu zaman. Ancak yaşadığımız gözaltı ve tutuklamalar sonrasında ortaya konulan dayanışma, umudun da, çözüm gücü ve iradesinin de kadınlarda olduğunu bir kez daha göstermiştir. Anlaşılmış olmanın, ortaklaşmanın ve yalnızlaştırma iradesine karşı ortaya konulan bu sahiplenmenin verdiği heyecanın tarifsiz olduğunu belirtmek istiyorum. Birlikte güçlü olduğumuzu hissettirdikleri, açığa çıkan bu güzelliğin emekçisi oldukları için sonsuz teşekkürler…
İyi ki varsınız! İyi ki varız!
Yolumuz açık olsun!
*Ayla Akat Ata’nın kaleme aldığı bu yazı JinNews‘ten alınmıştır