Mahkemeler; taraflar arasındaki anlaşmazlıkları, hukuka uygun olarak adaleti sağlamakla yetkilendirilmiş, toplum yapısına ve kültürüne göre farklılıklar gösteren yargılama formlarıdır. Ayrıca otorite adına hüküm verme gücünü temsil ederler.
Kanunların doğrudan tanrıdan geldiği fikri tarihin ilk dönemlerinde insanların üzerinde uzlaştığı ender fikirlerdendi. Babiller, yaklaşık dört bin yıl önce bir koninin üzerine yazılmış kanunname ile Güneş Tanrısı Şamaş’ı tahtında otururken gösterir ve bu gösterimde Şamaş; fermanlarını saygılı Kral Hammurabi’ye uzatmaktadır. Yehova da birkaç yüzyıl sonra neredeyse aynı şeyi yapmıştır. Musa, ateşler içindeki Sina dağında beklerken On Emir’i kendi parmaklarıyla iki tablete kazımıştı. Girit Kralı Minos’un da Zeus’tan hukuki tavsiyeler almak için her dokuz yılda bir Olimpos dağına tırmandığı rivayet edilir. Semavi dinlerde İsa ve Muhammed de aracı (Cebrail) yoluyla tanrıdan toplumsal yaşamı düzenleyen emirler almıştır.
Tanrıdan gelen yasaların değişmezliği ve ilahi adaletin sağlandığı inanışına rağmen bir sorun vardı. O da yeryüzünde hüküm verme hakkı tam olarak kime tanınmıştı?
Öncelikle ruhban sınıfı kendilerinin tanrının yeryüzündeki temsilcisi olduklarını ifade edip teokratik rejimlerle hüküm verme yetkisini ele geçirdiler. Ancak krallar da hüküm verme yetkisine sahip olmak, en azından yetkiye ortak olmak istediler. Böylelikle hüküm verme yetkisi tanrıdan ruhban sınıfına, ruhban sınıfından krallara geçecekti.
Ancak kanunların yapılması ve hüküm verme yetkisinin tanrıdan ruhban sınıfına, oradan da krallara geçmesi adaleti sağlamadığı gibi yargısal meşruiyeti de sağlamadı. Çünkü ruhban sınıfı da krallar da yargılama gücünün kaynağını belirsizlik ve gizemler üzerine kurgulamış ve topluma adalet dağıtmak yerine toplum üzerindeki kontrolsüz güç ile yargılama gücünü, iktidarlarını korumanın aracı olarak kullanmışlardır.
Ruhban sınıfının ve kralların yargılama yetkisini belirsizlikler üzerine inşa etmesi ve bu yetkinin toplumun lehine olmaması krizlere, beraberinde de itirazlara neden oluyordu. Bu da yeni yöntemlerin kendini dayatmasına yol açıyordu. Aydınlanma dönemi filozoflarından Montesquieu’nun, iktidar yetkilerinin tek bir elden yönetilmesi yerine yasama, yürütme ve yargı organları arasında bölünmesi gerektiği fikri; iktidarın etkisini zayıflatmak için önemli bir fikirdi. Bu fikir yargılama gücünü ruhban sınıfının ve kralların tekelinden çıkaracağı için önemliydi. Kabul edilen “Güçler Ayrılığı İlkesi” bugün hala demokrasilerin temel dinamiklerindendir. Bu gelişim tanrı adına hareket ettiğini söyleyen ruhban sınıfının veya kralların kendi istekleri ile olmamıştır. Yargılama gücünü kullanma şekillerinin ortaya çıkardığı çözümsüzlük kendini yeni yollar şeklinde dayattığından güçler ayrılığı ilkesi oluşmuştur.
Gelişen liberal toplumda da bu sefer kapitalizm kanun yapma gücünü ve yargılama yetkisini belirlemek istemiştir. Kapitalizm bunu yaparken de liberal devlet yönetim biçimlerini veya ulus devlet formu ile şekillenen otoriter yönetim biçimlerini araç olarak kullanmıştır. Kanun yapma gücü ve hüküm verme yetkisini kullanan güç değişse de değişmeyen tek şey toplumu yönetmek isteyen gücün, hukukun/kanunun düzenleniş kaynağını ve yargılama yetkisini ne olursa olsun elinde tutmak istemesi olmuştur. Bu da yargısal meşruiyet sorununun devamı demektir.
Yargılama gücü
Yargılama gücünü ısrarla eline geçirmek isteyen ve toplumun aleyhine kullanan güce karşı yargının ilk görevi meşruiyetini sağlamak olmalıdır. Yargı bağımsızlığı talebinin yükseldiği ilk dönemlerde, adil yargıcın devlet menfaatleri ile adaletin gereklerini birbirine karıştırmayan yargıç olduğu söylenirdi. Adalet, yargıcın hükümdarın suratına haykırması gereken hakikat olarak değerlendiriliyordu. Buna göre yargıç meşruluğunu iktidara, “devlet aklına” biat etmekten değil adaleti gözetmekten alırdı. Yargıcı devlet memuru statüsüne sokan her türlü düzenleme, yargıcın meşruiyetini daha baştan şüpheli hale getirir. Aynı şekilde devletin hizmetkarı zihniyetiyle hareket eden yargıç da kendi meşruiyetini peşinen tartışmalı kılar.
Kimin mahkemeleri?
Ulus devlet formu üzerine inşa edilen Türkiye’deki yargılama pratiklerine bakıldığında ülkede yargısal meşruiyet sorunu olduğu açıktır. Çünkü yargılama pratiklerinde devletin menfaatlerinin esas alındığı ve bireyin haklarının bizzat yargılama mekanizmalarıyla ihlal edildiği açıkça görülecektir. İstisnai de olsa yargı gücünü kullanan yargıçların hukuki kararlarının uygulanmasının önüne AKP/MHP’nin otoriter iktidar ortaklığının set çekmesi yargı meşruiyeti sorununu önümüze koymaktadır.
Türkiye’de uygulanmayan; 2014 tarihli Öcalan-Umut Hakkı kararı, Selahattin Demirtaş- Büyük Daire kararı, Osman Kavala kararı gibi AİHM kararları ile Can Atalay’ın seçme seçilme hakkı ihlali kararları öne çıkan kararlardır.
Yargı kararlarının uygulanmamasına ilişkin olarak AKP/MHP otoriter iktidar ortaklığının mensuplarının yapmış olduğu; ‘Teröriste hak ihlali kararı veren bir mahkeme Türk milletinin mahkemesi olamaz, bunun adına da adalet denilemez’ açıklamalarına bakıldığında, yargısal meşruiyet sorununun kaynağı da görülecektir. Demokratik toplum düzeninde mahkemeler bir partinin, bir ideolojinin, bir inancın, bir etnik kimliğin mahkemeleri değildirler. Onlar adına karar veremezler, onların menfaatlerini korumazlar. Mahkemeler demokratik toplum adına özellikle hegemonik gücü frenlemek için hukukun uygulanmasını sağlayan mekanizmalardır.
Peki çözüm nedir?
Çözüm demokratik halk hareketleridir. Demokrasiler halk eylemleri ile bağlantılıdır. Halk eylemlerinin olmadığı yerlerde demokrasilerden söz edilemez. “Devletin halkın eylemliliğine saygısı kadar, halkın da devlete saygılı olması, onun kendisine duyarlı olan düzenini bozmaması gerekir. Karşılıklı bir konsensüste buluşmaları esastır. Her şeyin devlete bırakılması ne kadar demokrasiden uzaklaşmaya götürürse, her şeyin halk eylemciliğine bırakılması da anarşiye götürür. Tarih boyunca çok denenen bu uç noktalara düşmemek önem taşır.’’[*1]