Yasal denetim mekanizmasının kaldırılması veya sınırlanması yanında, bireysel başvuru yolunu hedef alan bir anayasa değişikliği yapılması halinde, bu durum yeni bir siyasal yönetim modelinin oluşturulması anlamına gelecektir
Several Ballıkaya*
Modern devlet, güç kullanma tekelini elinde tutan otorite olarak, hukuk, siyaset, sosyoloji ve psikoloji başta olmak üzere tüm bilim dallarının yardımı ile bireylerin ve tüm toplumun yaşamını belirleyen ve yöneten bir siyasal model olmuştur. Michel Foucault bunu “tahakkümü garantileyen en önemli birliktelik, bilgi/iktidar birlikteliğidir” şeklinde tanımlar.
Devlet otoritesi ya da bunu elinde tutan siyasal iktidar, her şeye nüfuz eder. Bunu güç kullanmanın tüm araçlarına dayanarak yapar. Ancak kapitalist modern devlette iktidarın devamı için güç kullanmaya dayalı bir egemenlik ilişkisi, sistemin ihtiyaçlarını karşılamaya yetmez.
Salt ve mutlak iktidarların yıkılmaya yüz tuttuğu ve kapitalist modern devletlerin ortaya çıkmaya başladığı süreçte, yeni modelin inşasının, buna uygun uzlaşılar olmadan sağlanamayacağı düşüncesi, iktidar ilişkisinin değişimine neden olmuştur. Yeni model temel olarak denge-sınırlama ilkesi ile, iktidarı da sınırlayan kuralların bulunduğu argümanına dayanır. Modernizmin iktidarı salt ve mutlak olmaktan çıkmış, devleti de bağlayan kuralların da olduğu bir sistem oluşturulmuştur.
Foucault bu yeni durumu “…iktidar sadece bireylere müdahaleyi değil aynı zamanda kendilerine ilişkin kurallar kaymak suretiyle müdahale yetkisini meşrulaştırır. Bu yeni meşrulaştırma biçiminde iktidar, hak ve adalet kavramları arasında belirlenen yapılanmada devletin de kurallar ile sınırlanmış olduğu bir ilişkiden söz edilir…” biçiminde tanımlar.
Bunun sonucunda iktidar “yasal cezalandırma mekanizmalarının yalnızca ihlallere değil, aynı zamanda bireylere de müdahale etmelerini meşrulaştırmak, yalnızca bireylerin değil kendilerinin ne olduklarına ve ne olacaklarına, ne olabileceklerine de müdahale etmelerini meşrulaştırmak” olanağına kavuşur.
Bu yeni bir tahakküm modelidir. Bu modelde toplumsal talep, hakikat ve rıza üretilir. Kendini sınırlandırmak suretiyle oluşturulan meşruluk, güç kullanma yetkisinin, kurallar ve denge sistemi üzerinden oluşturulmuş iktidar ilişkisi olmaksızın, toplumsal rızanın üretilemeyecek/ sürdürülemeyecek olmasına dayanır. Arendt bunu “Hakikat söylemleri olmadan iktidar işletilemez” şeklinde özetlemiştir.
Denge sistemine dayalı iktidar modelinin uygulaması, bugün kuvvetler ayrılığı olarak kavramlaştırılmıştır. Kavramın ortaya çıkışı Antik Yunan dönemine, Aristoteles’e dek uzansa da günümüzdeki kuvvetler ayrılığı ve hukuk devleti sisteminin oluşumu, Fransız Aydınlanmacılarının kavramlaştırdığı biçimi ile modern devlet modelidir.
Yasama, yürütme ve yargı erkinin bir denge içinde diğerini frenlemesi, kuvvetler ayrılığının özü, kuvvetler ayrılığı ise modern devletin işleyişini dayandırdığı temel modeldir. Bu nedenle hem Kara Avrupası hem de Anglo-Sakson hukuk sisteminde mekanizmanın işleyişi ve kuralları belirgin şekilde düzenlenmiştir.
Kuvvetler ayrılığı sistemi içerisinde iktidar-yargı ilişkisi önemli bir rol oynamaktadır. Yargı hukuksal karar verme yetkisi ile özel kişilerin ve devlet organlarının eylemleri üzerinde engelleme/denetleme yetkisi olarak, iktidar gücünün önemli bir ayağını oluşturur.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletlerarası sistemi de kapsayan bir yargısal sistem oluşturulması ile birlikte, ulus devletleri aşan boyutlarda yetki/etkileri bulunmaktadır. Aslında iktidarın bu yeni modeli, sistemin yeniden inşasında ve toplumsal rızanın tekrar tekrar üretilmesinde en önemli araç olmuştur. Yargısal güç, devlet yetkisinin ve gücünün hem dağıtımında hem de pekiştirilmesi açısından özel bir role sahiptir. Yani iktidar-yargı ilişkisi otorite-toplumsal rıza oluşturmanın belirleyicisi durumundadır.
Devletin güç kullanma tekelinin ilk uygulayıcısı olan yargı erkinin geniş çerçeveli bir yetki kullanımı ile, bireylerin günlük yaşamından başlayarak, toplumsal ve siyasal hayata müdahale olanağı veren geniş bir çerçevesi vardır. Herkesin ve devletin de hukuk kuralları ile bağlı olduğu, toplumsal yaşamın gerekleri söylemi, yargı kararlarını uyulması zorunlu kurallara dönüştürmüştür.
Modern devletlerin kuvvetler ayrılığı ile somutlaşan denge-fren sisteminin farklı örnekleri olsa da, yürütmenin yargısal denetimi çoğunlukla kabul görmüş bir modeldir. Bu denetim genel isimlendirme ile Anayasa Mahkemesi vasıtası ile yapılmaktadır. Böyle bir denetim yolu ile yasamanın yaptığı yasalar, hem de yürütme organın çıkardığı yasal düzenlemelerin denetlenmesi sağlanmaktadır.
Yargının bireylerin kendi arasındaki ihtilaflar ile, bireylerle devlet arasındaki uyuşmazlıkların çözümü ile ilgili bölümü ise, olağan yargısal işleyişe ilişkin olması itibari ile ayrı bir değerlendirme konusudur.
Kuvvetler ayrılığı sisteminin yargısal denetim kurumu olan Anayasa Mahkemesi, gerek iç hukukta ve gerekse diğer ülke uygulamalarında, olağan yargısal prosedürlerin dışında koruma ve yetki ile donatılmıştır. Bu sistemin devamını sağlamanın bir güvencesi olan, denetimin öneminden kaynaklanmaktadır. Anayasa Mahkemesi tüm yargı mercilerinin üzerindedir. Kararları kesindir, yasama, yürütme ve yargı organları ile tüm kurum ve kişiler için bağlayıcıdır.
T.C. Anayasası’nda buna paralel bir düzenleme yer almaktadır. Anayasa Mahkemesi yasal düzenlemelere ilişkin inceleme yetkisinin yanı sıra, siyasal hayata ilişkin önemli bir yetki olan parti kapatma davaları, yüce divan sıfatı ile yargılama, yasama dokunulmazlığına ilişkin başvuruların incelenmesi ile, kişi hak ve özgürlüklerini yakından ilgilendiren bireysel başvuruları incelemektedir.
Mahkemenin yetki alanındaki konular, siyasetin doğrudan ilgi alanında olan ve toplumsal yaşamı doğrudan etkileyen niteliktedir. Bu nedenle atanacak üyelerin seçimi, yetkileri ve verilen kararlar, siyasal iktidarların gündeminde önemli bir yer tutmuştur. Sahip oldukları yetki ve sorumluluklar düşünüldüğünde, hakimlerin bağımsızlığı en çok Anayasa Mahkemesi açısından önemlidir. Göreve gelme prosedüründen başlanarak tüm süreçte bağımsızlığın sağlanması gerekmektedir. Buna karşılık, en önemli aşama olan hakimlerin atanması tamamen yürütmenin yetki alanına bırakılmış ve iktidara karşı bağımsızlık ilk aşamada sekteye uğramıştır. Ancak Anayasa Mahkemesi üyelerinin görev süresi ve görevin sona ermesi konusunda güvence niteliğinde hükümler bulunmaktadır.
Mevcut hukuk sisteminin temel argümanı olan yargı bağımsızlığı temel kural olarak varlığını sürdürse de uygulama tam olarak böyle değildir. Yargının iktidarın güç kullanma tekelinin temel uygulayıcısı olduğuna ilişkin saptama çerçevesinde bakıldığında, aldığı kararlarla siyasal ve toplumsal yaşama ilişkin doğrudan belirleyici olabilen AYM başta olmak üzere, yargı yetkisini kullanan makamlar, genel itibariyle siyasal karar alma ve iktidar oluşturma süreçleri ile yakından /doğrudan ilgilidir. Yargısal mekanizmanın işleyişi bu pratiğe uygun olmuştur. Özellikle toplumsal öneme sahip davalarda yargı organı aldığı kararlar ile, adeta siyasal aktör gibi bir fonksiyon görmektedir.
Yine devletin taraf olduğu ihtilaflar veya eylemler yönünden bağımsız yargılama kurallarının işlediği örnekler, aksi duruma göre oldukça sınırlıdır. Örneğin AYM tarafından görülen parti kapatma davalarında genel uygulama kapatma yönünde olmuştur. Bu uygulamanın istisnası AKP aleyhine açılan davadır ki bu davada kapatma kararı verilmemiştir. Hak ve özgürlükleri yakından ilgilendiren bazı yasalar yeni vergi ihdası vb. gibi, ya da cumhurbaşkanı kararnameleri ile hak ve özgürlükler kısıtlandığında ya da infaz sisteminde eşitliğe aykırı düzenlemelerin iptali vd. pek çok alanda verilen kararlar özgürlüklerden yana olmamıştır. Buna göre daha sınırlı ölçekte olmak üzere, hak ve özgürlükler lehine verilmiş kararlar da bulunmaktadır.
Türkiye uygulamasına bakıldığında siyasetin değişken seyirli işlediği ve siyasal mekanizmaların tekrarlayarak yeniden konumlandığı görülür. İşte bu süreçlerde yargının belirleyici fonksiyonu daha açıktır. Bu nedenle yargı organının oluşumunda değişik siyasal eğilimlerin yer edinmek için mücadele ettiğine dair iddialar sık sık gündeme gelmektedir.
Bu tartışmanın vardığı en yüksek aşama Yargıtay’ın Anayasa Mahkemesi kararını uygulamayacağını açıklaması olmuştur. Bu bir sistem tartışması niteliğinde olması nedeniyle önemlidir. Yargı erkini kullanan organlar arasında yargıçların siyasal eğilimlerinin farklılığı nedeniyle bu sonucun ortaya çıktığı değerlendirmelerine ilişkin çok sayıda haber her gün basın yayın organlarında yer almaktadır. Somut bir olgu olarak ortaya koyamadığımız için bizim konumuz dışında kalan bu tartışmaları bir yana bırakarak, görünen duruma bakmaya çalışacağım.
Yasama dokunulmazlığına ilişkin başvuruyu inceleyen AYM, Anayasa’nın mevcut hükümleri çerçevesinde halkın oyu ile seçilen milletvekilinin dokunulmazlığı bulunduğunu, dokunulmazlık nedeniyle devam eden yargılamanın durdurulması gerektiğini, bu kuralların uygulanmamış olması nedeniyle seçme-seçilme hakkı ile kişi özgürlüğü ve güvenliğinin ihlal edildiğine karar vermiştir. Anayasa’ya göre bu kararın tek bir sonucu vardır. İhlalin ortadan kaldırılması, yani dokunulmazlığı bulunan milletvekilinin serbest bırakılarak yasama faaliyetine katılmasının sağlanması gerekmektedir. Bu kararı uygulama sorumluluğu ilk derece mahkemesinde olmasına rağmen kararı uygulamamış ve dosyayı Yargıtay’a göndermiştir. Yargıtay kararı sistemin işleyişini durduran bir karardır. Zira Anayasa hükmünü uygulamayacağını açıkladığı gibi, bu kararı veren yargıçların yargılanmasını isteyen bir karar olarak yenidir. Yargıtay, bu kararı veren yargıçların yargısal faaliyet yürütmelerini engelleme konusunda bir irade açıklamıştır. Gerçekte Yargıtay kararında yer alan yargılama talebi ileri sürülmekle birlikte, fiili olarak bu yargılamanın olma olasılığı son derece düşüktür. Ancak bu olasılığın düşük olmasının bir önemi yoktur. Önemli olan bir mahkemenin üyelerinin başka hakimlerin verdiği kararlar nedeniyle yargılanmalarını istemesidir. Dolaylı olarak, AYM’nin lehe oy kullanan 9 üyesinin yargılama dışında kalması talep edilmiştir ki, bu sistemsel bir soruna işaret etmektedir. Kuvvetler ayrılığı ile doğrudan ilişkili olan hakimlerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile ilgili bir sorunun açığa çıktığını söyleyebiliriz.
Bu karardan önce benzer şekilde uygulanması zorunlu olduğu halde AİHM kararlarının uygulanmaması yönünde ilk derece mahkemeleri tarafından verilmiş kararlar bulunmaktadır. Hatta bu konuda siyasal iktidar temsilcileri tarafından, AİHM kararlarının uygulanmaması yönünde görüş ve telkin niteliğinde açıklamalar da yapıldı. Bu durum da anayasayı ihlal olsa da, tartışma bu derece büyümemiştir. Bunun nedeni AİHM’nin hala iç hukuk mekanizması ile aynı etkiye sahip olduğunun tam olarak kabul görmemesi veya AİHM kararlarının uygulanmasına ilişkin denetim mekanizmasının harekete geçmemesi olabilir. Öte yandan burada iç hukukta görev yapan iki yargı organı ya da kurumun çatışmasına dönüşmediği için tartışma yargı organı ile kişiler arasındaki sınırlı alanda kalmıştır.
Anayasa’ya göre “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.” Bu kuralları hakimlik teminatı olarak adlandırabiliriz.
BM ve Avrupa Konseyi çerçevesinde kabul edilen sözleşme ve tavsiye kararlarında “Hukuk devleti ilkesinin gereği olarak, kuvvetler ayrılığı ilkesine saygı gösteren bir ülkede, yargı bağımsızlığının korunması, hâkimlerin görevlerini yürütme ve yasama erklerinden bağımsız ve kontrollerine tabi olmadan ve aynı ölçüde yargı içinden gelecek yersiz baskılara maruz kalmadan yapmasına imkân tanınması konusunda çok sayıda düzenleme yer almıştır.”
Hakimlik teminatı olarak düzenlenen kurallar, hakimin yargılamayı tam bir güven ve tarafsızlık içinde yapmasının sağlanmayı amaçlar. Bu teminat özlük hakları yanında, kararları nedeniyle bir yaptırımla karşılaşmamayı kapsar. Yargıtay’ın suç duyurusunda AYM’nin lehe oy kullanan üyelerinin yargılanması istenmektedir. Bu suç duyurusunun farkı, hakimlerin işledikleri bir suç nedeniyle değil, verdikleri karar nedeniyle yargılanmaları istenmek suretiyle hakimlik teminatının kaldırılması talep edilmiştir. Yargı kurumları arasında hakimlik teminatının kaldırılmasını isteme noktasına gelen çekişme, siyasetin yargıya müdahalesinin en belirgin sonucudur.
Nitekim siyasal etki görünür olmaya başlamış ve AYM’nin yapısının değişmesi ve yetkilerinin sınırlandırılması gerektiğine, bireysel başvuru incelemesinin kaldırılmasına, AYM önünde bekleyen bazı davaların belli bir doğrultuda karara bağlanması gerektiğine dair açıklamalar, siyasal erki temsil eden aktörlerce telaffuz edilmiştir. Bu konunun önümüzdeki sürecin anayasa yapım çalışmalarının başlıklarından biri olacağı anlaşılmaktadır.
Tüm bu söylenenler hakkında yazılmış sayısız yazı ve görüş açıklaması yapıldı ve tartışmasız bir gerçek konusunda uzlaşılmış olduğu görünüyor. AYM kararını uygulamamak Anayasa hükmünü uygulamamaktır. Bu uzlaşı karşısında ortaya çıkan sorun, tarafsızlık ve bağımsızlık tartışmasının da üstündedir. Kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması anlamına gelen, denge ve denetleme fonksiyonunu uygulanamaz kılan bir adım atılmıştır. Yasal denetim mekanizmasının kaldırılması veya sınırlanması yanında, bireysel başvuru yolunu hedef alan bir anayasa değişikliği yapılması halinde, bu durum yeni bir siyasal yönetim modelinin oluşturulması anlamına gelecektir.
Bu amaç dışında anayasal bir kurumun, bu şekilde etkisizleştirilerek bireysel başvurunun etkili bir yol olduğuna, verilen kararların nesnel ve güvenilir olduğuna ilişkin inanç zedelenmiştir. Yargı organları arasında çatışmalı durumda etkisiz kalan, en etkili konumda bulunan yani iktidarı denetleme yetkisine sahip olan AYM olmuştur.
Denetlenemeyen iktidar kaçınılmaz şekilde mutlak iktidar olur ki mutlak iktidar, keyfiliğe açılmış bir kapıdır.
*Özgürlük için Hukukçular Derneği (ÖHD) üyesi