Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını talep etmeye kadar giden söylemler aslında anayasa işliyormuş gibi sahte bir görüntüye de sebep verebilir. Ama son tahlilde darbe mirası ne idüğü belirsiz bu anayasa ya demokratikleştirilip yapısal gerçeğine kavuşacak ya da mafyatik kliklerin hukuk bürosuna dönüşecek
Engin Barin
Demokrasilerin demokrasi olup olmadığının ilk göstergelerinden biri kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Bu ilke herhangi bir kuvvetin iktidar zehirlenmesi yaşayıp yozlaşmasını engeller. Kuvvetler ayrılığı ilkesi yasama-yürütme ve yargının hiyerarşik değil, birbirini denetleyen eşitlik temelinde bir ilişki içinde olduğu anlamına gelir. Sadece bu üç cümleden de yola çıksak Türkiye’deki hukuk sisteminin demokrasi denkleminde olmadığı çok açıktır. Adliyelerin klik klik bölüştürüldüğü, tahliyelerin borsa endeksine bağlı olduğu bu çürümüş hukuk sistemi en son yüksek yargı ringinde de ilginç bir dövüşle kendini gösterdi.
Anayasa ve Yargıtay’ın hukukun h’sini bilenler için bile hemfikir olacak bir meselede kanlı bıçaklı olması; aslında devleti zapturapt etmiş mafyatik kliklerin pay ve alan kapma savaşları olarak da yorumlanabilir. Ama bu iş anayasaya kadar sıçrar mı diye düşünürken; aslında bu işin yani bu çürümüşlüğün kaynağını anayasadan aldığı gerçeğine çok kısa sürede varıyoruz. Aslında bir toplumsal sözleşme anlamında Türkiye Cumhuriyeti’nin bu haliyle anayasal bir devlet olamayacağı herkesin malumu. Çünkü bu sözleşme, genel istencin yani kamu iradesinin hukuk sistemi ile garanti altına alınması anlamına gelir. Kamu iradesi, Türkiye’deki mevcut haliyle olduğu gibi çoğunluğun iradesi olarak yorumlanamaz. Toplumun ortak çıkarlarını ifade eder. Tek tek bireylerin çıkarlarından çok, bu çıkarların tepkimesiyle ortaya çıkan halkın çıkarlarını gözeten bir kurallar bütünüdür de diyebiliriz.
Bu teorinin kurucularından biri olan Fransız filozof J.J. Rousseau toplumsal sözleşme ile hangi probleme çözüm sunduğunu Toplum Sözleşmesi eserinde şöyle açıklar: “Ortak gücünün ve bütünüyle her ortağın kişiliğini ve varsıllıklarını koruyan ve o güç sayesinde, her bir kişinin, herkesle bütünleşirken yine de yalnızca kendi kendisine itaat ettiği ve daha önce olduğu kadar özgür kaldığı bir ortaklık biçimi bulmak”. Yani özcesi anayasa; bireylerin ve toplumsal grupların kendi kimlik ve kültürlerinin garantisi anlamına gelir. Bu anlamda Anayasa Mahkemeleri devlete karşı esasen toplumu savunur. Türkiye’de Anayasa Mahkemesi hiçbir zaman bu temel görevine tutunmadı. Toplumsal özgürlüklere karşı devletin bekasını savunan refleksleriyle daha kuruluşundan beri dejenere oldu. Özellikle Kurdistan’dan bakınca bu sadece hukuktaki çürümüşlüğün kendine yönelmesi olarak düşünülebilir. Sadece bu son yıllarda bile, ağırlaştırılmış tecrit koşullarından, parti kapatma davalarına, hasta tutsaklardan aydın politikacı, akademisyen, gazetecilerin tutuklanmasına, cezaevindeki işkencelerden, halkın toplanma ve seyahat etme haklarının engellemesine kadar daha birçok anayasal ihlalin normal karşılandığı düzende, anayasadan ziyade sömürge hukuku vardır. Bu son yargı krizi bu anayasal tiyatronun daha fazla uzamayacağının işareti. Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını talep etmeye kadar giden söylemler aslında anayasa işliyormuş gibi sahte bir görüntüye de sebep verebilir. Ama son tahlilde darbe mirası ne idüğü belirsiz bu anayasa ya demokratikleştirilip yapısal gerçeğine kavuşacak ya da mafyatik kliklerin hukuk bürosuna dönüşecek.