Zamanın ruhu yarattığı karakterlerde de cisimleşir. Entelektüel moral kapasitesi yüksek bireyler, insanlığın büyük atılımlar yaptığı dönemlerde ortaya çıkmıştır. Devrimsel döngülerdir bunlar aynı zamanda. Rönesans, ardından Aydınlanma döneminin yarattığı çok yönlü bireyler, ahlaki moral değerler, bunların yaratıcısı olan burjuvazi gericileştiği oranda körelmiştir. Sonra işçi sınıfı ve emekçiler açısından devrimsel dönüşümler sayfası açılmış, bu devrimlerin yapıcıları, ilham kaynakları, “idolleri”, aklı, kültürü o çağın özelliklerince şekillenip o çağı ileriye taşımıştır.
“Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır”. Maddi hayatın üretimi içinde şekillenen ve ona şekil veren sınıfsal-toplumsal mücadelelerin her kabarış dönemi aynı döngüyle karşımıza çıkar. Bu dönemler, kendi öncülerini, “idollerini” yaratır, onlar çağın, dönemin sembolleri haline gelirler. Ölümsüzleşen devrimci öncüler/önderler gibi…
Şimdi de tarih-toplum aynı yasaya göre şekilleniyor. Düşünsenize günlerdir mafya operasyonlarıyla yatıp kalkıyoruz. Emekçi mahallelerinde, kahvehanelerde, sokak ortasında güpegündüz insanlar vuruluyor, mafya grupları-çeteler kentlerin ruhunu ele geçirmiş/geçirmek istermişçesine ortalıkta cirit atıyor.
Kapitalist üretimin de organik parçası olan devasa bir kara para havuzunun yönetilmesi, bölüşülmesi, yeniden örgütlenmesi her kriz döngüsü sürecinde özel bir uğraşa dönüşüyor. Şimdilerde de böyle bir lağım çukuru ortalığa saçılmış durumda. Ankara’da Kaplanlarla başlayan bu “dizayn”, MHP’ye yakınlığıyla bilinen Şahinler çetesine uzandı. İşin içine Soylu’nun adı karıştı, Bahçeli bizzat Erdoğan’a seslenerek “Onu yemeyin” çağrısı yaptı. Daha da uzayıp gideceğe benziyor.
Dönemin ruhu, mafya-çete organizasyonlarının kapitalist devlet ve patronlar takımıyla olan organik ilişkisinin daha açık hale geldiği bir balçık gibi yapış yapış yani. Sokaklar, ‘Meksika Modeli’ diye literatüre de geçen bir toplumsal “dönüşüme” zorlanıyor sanki.
Tüm bunlar olup biterken bir de Dilan Polat vakası patladı ve bu balçık daha garip bir hal aldı.
Deprem yardım malzemelerini çalan polisin salıverildiği, “pudra şekeriyle” yakalanan AKP’li gencin çakarlı araçla gezdiği ama aynı günlerde milyonların özgürlük çığlığı olan Gezi’nin birkaç komplocunun “tezgâhı” olarak değersizleştirilip kurban seçilen isimlerin cezalarının yüksek yargı merciince tamamen siyasal saiklerle onandığı bu koşullarda, Polat gibilerinin hikayeleri “zamanın ruhunun özetidir” dedirtircesine…
Dilan Polat, sınıf ve toplumsal mücadelelerin kendi önderlerini, idollerini yaratmakta patinaj yaşadığı böylesi bir dönemde milyonlarca genç kadına “idol” olarak sunuldu adeta. Yoksulluktan, çilekeş bir hayattan çıkıp milyonlarla oynayacak, kahvesini altın tozuyla içecek kadar zenginleşmiş bir özendirme simgesiydi. “Demek ki herkes isterse böyle parayla oynayabilir” hevesi yaratmakta kullanılan -sistem tarafından özellikle önü açılan- bu rol modelin o serveti nasıl elde ettiğine dair bir fiskenin arkası çorap söküğü gibi geldi.
Kısa süre öncesine kadar, emekçi mahallelerindeki milyonlarca genç için idolleştirilmeye çalışılıyordu oysa. İnstagram hesabından yayınladığı görgüsüzlük akan videoları, her genç kadının sabah kalkar kalkmaz ilk baktığı adreslerden biri haline getirildi. Belediye otobüslerinde, büyük billboardlarda reklamları sergilendi. Saçma sapan şarkıları çocukların bile diline pelesenk oldu.
Emperyalist kredi ve borç musluklarının gürül gürül aktığı 2000 sonrasında baş döndürücü bir gelişme düzeyi yakalayan ama bu sıçrayışı tarihin en çarpık biçimiyle yaşayan, bu döviz girişinin teklediği her kriz sürecinde daha fazla saplanan Türkiye kapitalizminin can simidi olarak sarıldığı “kaynağı belirsiz” milyar dolarların sahibi olan mafya ekonomisinin toplumsal yüzünün bir karesiydi sadece Polat.
Açlıkla, işsizlikle, yarını bile öngöremeyecek bir geleceksizlik duygusuyla boğuşan geçler için o, hem kozmetik tüketiminin adresi hem de uyuşturucu bir hayal olarak sistemi bilinçlerde üreten bir ikon haline getirilmişken, şimdi de sistemin esas bekçilerince hırpalanıyor.
Sistemi yeni ihtiyaçlar temelinde reorganize etmeye çalışan güçlerin maşası konumundaki “gazeteci” bozuntuları onu tam da o elitist yaklaşımlarıyla “varoşluğu”yla aşağılıyorlar! Bu hal bile 100. yılını dolduran Cumhuriyet’in hangi sınıfsal-toplumsal temellere dayandığının, nasıl bir ideolojik-kültürel temele oturduğunun çarpıcı bir ifadesi oluyor.
Sahnenin önünde bunlar varken, esasını oluşturan sömürü, zulüm, baskı ve buna karşı bitmeyen mücadeledir. Her gün tazelenen o çürümüş toplumsal projeleri, derinleştirilmeye çalışılan sömürü biçimlerine eşlik eden bataklıkları, gelecek ufkunu ertesi güne, hayatı hücrelere hapsetmeye çalışan bu despotik düzeni yerle bir edecek olan da ne yapılırsa yapılsın bitip tükenmeyen bu mücadele ruhudur.