Roza Alkan
Deniz Faruk’un da ‘Zerya – Serhat’ta Bir Gün’ eserinden sonra ne yazacağını merak ediyordum, çünkü gördüklerinden sonra hiçbir şey olmamış gibi devam edemeyen bir tavrı vardı. Ve bu tavırla yeni kitabında hangi meselelere kafa yorduğunu, gündeminde neler olduğunu bilmek istiyordum. Kitabı çıkar çıkmaz edindim. Adı, ‘Tam Ağlayacaktım Arkadaşlar Dokundu’
Deniz Faruk Zeren’i “Zerya-Serhat’ta Bir Gün” isimli kitabıyla tanımıştım. İstismara uğramış engelli bir çocuğu güvenli bir yere taşımak için mücadele eden insanları anlatıyordu. Çocukların sıklıkla katledildiği, istismara uğradığı, açlıkla, yoklukla cebelleştiği bir coğrafyada verilen bu mücadele oldukça anlamlıydı. Çünkü bana göre insanların -özellikle de egemene karşı- verdiği yaşam mücadelesi, onur mücadelesi sadece etiğin değil estetiğin de konusu olmalı.
Son birkaç yıldır, bilhassa genç kuşak yazarların kişisel bunalımlarını, çıkmazlarını, dünyanın ve ülkenin gerçeklerinden uzak hallerini okumak çok yordu. Bir yazarın belirli konularda yazmasını isteyerek yazınını sınırlandırmasını beklemek tabii ki olması gereken değil. Slogan atması, propaganda yapması da beklenen, istenilen bir durum değil ama esen rüzgârın, uçan kuşun, yağan yağmurun bile yaratılan korku ikliminden payını aldığı bir coğrafyada sanatçının ve yarattığı evrenin bunlardan etkilenmemesi çok acayip. Veya kişisel bunalımının, çıkmazının esas kaynağını görmemesi, gördüğü halde es geçmesi anlaşılabilir bir durum değil bana göre. Sanatçının dünyasına konuk olurken onun kendine neyi dert edinip edinmediğini önemserim. Dünyaya dair anlatacak bir meselesi olmayan, dünyanın gidişatına tepkisiz kalan bir sanatçıyı çağının çok da ciddiye alacağını düşünmüyorum. Kurgu kitaplar okurken birinci önceliğim tabii ki haz almak. Ama yaşamdan da haz almak istiyorum ve yaşamdan alacağım hazza engel olanların kirli yüzü sadece yaşamda değil, yazında da görülsün isterim. Hal böyle olunca yumruğu havada olan sanatçıların üretimlerine daha yakın dururum.
Deniz Faruk’un da “Zerya – Serhat’ta Bir Gün” eserinden sonra ne yazacağını merak ediyordum, çünkü gördüklerinden sonra hiçbir şey olmamış gibi devam edemeyen bir tavrı vardı. Ve bu tavırla yeni kitabında hangi meselelere kafa yorduğunu, gündeminde neler olduğunu bilmek istiyordum. Kitabı çıkar çıkmaz edindim. Adı, “Tam Ağlayacaktım Arkadaşlar Dokundu.” Aslında isim içerik hakkında pek çok şey söylüyor zaten. Kitap Dipnot Yayınları’ndan çıktı. İçinde 21 hikâye var. “Rizgar” isimli küçücük bir hikayeyle başlıyor. Öfkelenen ama öfkesini yatıştırma gereği duymayan küçük Rizgar’ın hikayesidir bu. Öfkesini de alıp gider ve yazarın deyimiyle böylece hikâye başlar.
“Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir” demiş Tolstoy. Ama bizim şahit olduğumuz hikayeler pek öyle değildi. Şehre yabancıların geldiği doğruydu ama geride güzel hikayeler değil kayıplar, acılar kalırdı. İnsanlar yolculuğa çıkardı ama bu turistik bir yolculuk ya da bir arayış değildi, zorunluluktu, kaçıştı. Misal 90’lardaki köy boşaltmaları, insanların sınırı aşıp başka ülkelere sığınması. Ki günümüzde misliyle devam ediyor.
Kitabı okurken Deniz Faruk Zeren’in dışarıdan bir göz olmadığı, hikâyeyi bizzat içeriden yaşayan ve yazan biri olduğu hemen anlaşılıyor. Yaşatılan acılara bizzat şahit olmuştur. Ama anlatırken dramatize etmeden, yaygın olduğu gibi acı sosuna bulamadan, ağlamadan ölçülü bir gerçeklikle ve soğukkanlılıkla aktarır. Yarası neredeyse kalemi de oraya gitmiş anladığım kadarıyla. Böyle olunca da kimsenin pek görmek istemediği, varlığını kabul etmediği meseleler ortalığa saçılmış.
Kitapta anlatılan karakterler yaşamın içerisinde olan ama buna rağmen yüzleri, kalpleri, yaşama uğraşları fark edilmeyen, görülmeyen, kabullenilmeyen kişiler. Yaşamın fark ettirmediğini belki yazın fark ettirir, kim bilir. Malum, toplumumuz birçok kıyımı, katliamı, hak ihlalini sessizce, tepkisizce izleyen ama aynı kıyıma bir filmde ya da kitapta denk gelince üzüntüden kahrolan bir toplumdur.
Hikayelerin mekânı söylenmemiş ama okuyan herkes o mekânın neresi olduğunu bilir. Bir gece ansızın gidip bir daha dönmeyen babalar, ev baskınları, köy baskınları, enseye sıkılan kurşunlar, takip edilen gençler, çocuğu çok dayak yemesin diye dua eden analar, onların da başı yanabilir diye arkadaşlarından uzak duranlar ve daha nice olayın hangi mekânda, hangi bölgede yaşandığını telaffuz etmeye gerek yok zannımca. Zamanı belirtmeye de gerek yok. 90’ların ruhu bütün çıplaklığıyla duruyor birçok hikâyenin orta yerinde. Tabii o ruh 90’larda bir anda ortaya çıkmadı. 90’lardan sonra sona da ermedi. Karararak, kötüleşerek günümüze kadar geldi. Bu kötü ruhun neden bu kadar uzun ömürlü olduğu, neden ülkenin her tarafına yayıldığı da herkesin malumu.
Kitapta sadece Kürt coğrafyasında yaşanan acılardan bahsedilmiyor, genel olarak hak ihlali, doğa talanı da yazarın kafa yorduğu konular. Misal, “Solucan” isimli hikâyede zeytinlik katliamlarına değinir. Yeryüzünün en kadim ağacıdır zeytin ağacı. Hem bolluğun, bereketin hem de barışın simgesidir. 21. yy barbarlığı, ilk çağlardan beri kutsal kabul edilen bu ağaca da rahat vermemiştir. Katledilen ağaçların köklerinde yaşayan solucanların yeni bir yurt ararken arabalar ve yayalar tarafından ezilmelerini kendine dert edinir yazar. Yeraltındaki solucanın bile yeni yurt arayışına girdiği bir dünya hiçbirimiz için tekin değildir nitekim.
Kitaba ismini veren “Tam Ağlayacaktım Arkadaşlar Dokundu” adlı öyküde olduğu gibi “Rögaritma, Cemre, Piro” isimli öykülerde de hapishane gerçeğiyle baş başa bırakır bizi yazar. Ama oradaki hayat bizim özgür sandığımız kendi hayatımızdan daha güçlü, daha dirençlidir. Mücadele eden, direnen insanlar için umut hiçbir zaman bitmez. Bu öyküler aracılığıyla yeryüzündeki en güçlü bağlardan birinin yoldaşlık bağı olduğuna tekrar şahit oluyoruz. Birbirini sürekli kollayan, koruyan, direncini ve umudunu canlı tutan, gerektiğinde arkadaşını kendi çocuğu gibi yıkayıp paklayan, giydiren bir ilişki vardır söz konusu hikayelerde. Özellikle de son yıllarda hapishanelerde müthiş bir direniş edebiyatının da boy verdiğini belirtmeden geçemeyeceğim. Henüz yeterli ilgiyi göremeseler de yakın bir zamanda kimsenin kolay kolay kayıtsız kalamayacağı egemenin tekelinde olmayan bir edebiyattır bu. Başkaldırı edebiyatı da denilebilir zannımca.
Hikaye sayısı oldukça fazla, tek tek hepsine değinme imkanı yok, ama “Yeşil Çin Erikleri” isimli hikayeden çok etkilendiğimi özellikle belirtmek istiyorum. Zor koşullarda verilen bir mücadelenin nasıl inançla, kararlılıkla yürütüldüğünü, yaşamın yetmediği anlarda hikayelerden el alındığını yer yer mizahi bir üslupla aktarır yazar. Ah ve Şeytan Küçesi isimli hikayelere de ülkenin kadim halklarından olan, daha doğrusu bir zamanlar olan ama sonrasında her nedense olamayan, Ermenilerin bu topraklardan kolay kolay silinmeyecek varlığı sızmış. Egemenler yok etmeye çalışsa da, yok saysa da doğa, hafıza hatta bir taş bile bu topraklardan geçen herkesin, her şeyin hatırasını muhafaza edebilmiş. Çok şükür ki.
Bir okur olarak beni oldukça tatmin eden bu kitabın olumsuz bulduğum bir yönüne de değinmeden geçemeyeceğim. Birçok erkek yazarda gördüğüm ve eksiklik olarak kabul ettiğim bir durum Deniz Faruk Zeren’in bu kitabında da mevcut: Kadın karakterin azlığı ya da silikliği. Günümüz erkek yazarlarında kadın; anne, bacı, komşu tipinden öteye geçemiyor. Yaşamın her alanında başat rol oynayan, sayısız cephede savaş veren kadının yazında da hak ettiği görünürlüğe kavuşacaktır er ya da geç.