27 Eylül sabahı başlayan savaş 10. gününü de tamamladı. Salt bu süre dahi, savaşın hiç de öngörüldüğü gibi gitmediğinin bir kanıtı. Anımsayalım, adının önünde ‘terör uzmanı’, ‘stratejist’ gibi sıfatlar taşıyan zevat, yandaş ekranlardan bu harekâtın iki- üç gün içinde neticeleneceğinden söz ediyorlardı. Ermenistan’ı ve ordusunu küçümseme eğilimi Türkiye’de her zaman önemli hüsranlara yol açmıştır. Karabağ savaşında özellikle Şuşi ve Kelbacar’ın düşmesiyle Azerbaycan’ın yenilgisi kesinleşince, Türkiye Ermenistan’a ambargo uygularken de aynı yanılgı yaşanmıştı. Sınırları kuşatılmış bir Ermenistan’ın daha fazla dayanamayacağı, dizlerinin üzerine çökeceği umulmuştu.
Hiç şüphe yok ki ambargo ile zaten geçiş dönemi sorunları yaşayan Ermenistan ekonomisi daha da ağır bir kıskacın içine düştü, ama asla düşmanlarının beklediği gibi diz çökmedi. Tersine, yıllar içinde koşullarını iyileştirerek toplumsal bir istikrarı da sağlamış oldu. An itibarıyla Ermenistan’da Paşinyan hükümeti belki de dünyada en yaygın halk desteğine sahip olan yönetim erki. Ortalama eğitim düzeyi oldukça yüksek ülkede sokaktaki insanın ne olduğuna, nasıl ve neden olduğuna dair kanaatleri çok net. O yüzden de savaşın hiç arzu edilmeyen bir seçenek olarak ortaya çıktığı andan itibaren toplumda müthiş bir direniş azmi hâkim. Ülkenin her köşesinden gönüllüler cepheye gitmek için kayıt bürolarının önünde izdihama sebep oluyorlar. Ancak savaşın oyun olmadığı gerçeği de bütün soğukluğuyla yaşanıyor. Cephede düşenlerin naaşı getirildiğinde salt kendi evinde değil, tüm binada, sitede, avlularda ve sokakta yas yaşanıyor. Acısı halen taze olan anılar yeniden canlanıyor.
Daha da önemlisi, savaşan iki ülkenin insanları farklı ruh halleri içinde aynı acıyı paylaşıyorlar. Azerbaycan’da insanlar, otuz yıldan beri işgal altında olan vatan toprağının kurtulacağı beklentisinde iken, Ermenistan halkı da vatan toprağının savunması adına cepheye koşuyor. Paşinyan’ın bu savaşı Sardarabad savunmasına benzetmesinin arka planında bu inanç var. Geçmişe gönderme yapılarak “İki kez yendik, yine yeneriz” sözü halkı motive etmek için kullanılıyor Ermenistan’da. Oysa savaşın silah üreten ve satanlar dışında kazananı olmaz. Savaşan taraflardan birinin diğerine göre daha az can kaybı vermiş olması kazanç sayılamaz. Ne daha çok öldürmek, ne de arazi gasp etmek kazanmak anlamına gelir.
Gerçek kazanım ulusların, özellikle de komşu ulusların barış içinde yaşamasıyla elde edilir. Gerisi, gelecek nesillere miras bırakılacak sürekli bir düşmanlıktır. ‘Fetih’ kavramını yüzyıllar önce reddeden toplumlar, bugün aralarındaki sınırları da kaldırmayı, en azından karşılıklı olarak geçişlere engel olmamasını konuşuyorlar. Çevrelerindeki devletleri düşman olarak görmek, sürekli tehdit altında hissetmek, ‘herkes bize düşman’ veya ‘bizim bizden başka dostumuz yoktur’ vehmine kapılmanın arkasında herkesi düşman sayan çarpık bir zihniyetin varlığını görmek gerek.
Türkiye’nin bölgesinde hegemon bir güç olabilme ihtimali, geçmiş çağlara özlemi beraberinde getiriyor. ‘Neo Osmanlıcılık’ olarak tezahür eden bu özlem, doğal olarak düşmanlıklar üretecektir. Ne Ortadoğu, ne Kuzey Afrika ne de Balkanlar veya Kafkasya halkları yeni bir Türk imparatorluğuna razı olurlar. Bu gerçeği göremeden kurulan turan hayalleri ise sadece günümüz insanına değil, gelecek nesillere de çok ağır bir bedeli miras olarak bırakırlar.
Kendi ülkesini yoksullaştıran, çoraklaştıran, tarımını bitme noktasına getiren, halkını işsizlik ve yoksulluğa mahkûm eden bir iktidar, egemenlik alanını genişletmek istiyor. Bunun için de sürekli olarak gerilim ve çatışma yaratmaktan, gördüğü her kıvılcımın üzerine benzin dökmekten geri duramıyor.
Doğruların ve yanlışların bu denli bariz olarak şekillendiği bir ortamda ısrarla yanlışın tarafında saf tutmanın da bir açıklaması olmalı. Otobana ters yönden girenin biz olabileceğimiz ihtimalini akla getirmediğimiz sürece, bir yerlere toslayacağımız, canımızın fena halde yanacağını öngörmek asla bir kehanet değil. Yanlışta ısrarın faturası ağır olur.