Kıymetimizi heder etmekte beceri kazanmış bir avuç, milyonlarca insanın ederini hiç etmekle övünmeyi saadet sandı. Sırtını yasladığı duvarda açılmış bir çukur, her gece göreceği kabustaki kuyu gibi belirir bir gün veya bir yeterli an, ha feryat ha figan. Bilinir oysa ve geçmişte tekrarı çoktur; kâr etmeyen bir yenilgi herkesi noksan bırakır.
Kanlı bir mahşeri kaçırmakla geciktik yeniyi yaratmaya. Suçluyuz, ellerimiz ve gözlerimiz insandan gökyüzüne kadar kanlı; dokunuyor ve bakıyor. Haklı bir savaşın ortasında hepimiz yenilmiş sayıldık. Cesarete hile bulaşınca, korku bile çare oluyor. Rivayet gibi bir yaşamı yaşıyoruz sonuçta, her şeyin sonunda. Ziyan olanla olmayan arasında, bir arada.
Renklere ve yüzlere kör olan, sandıklarını hayatla asla yüzleştirmeyen, hatalarıyla kapkara bir manzaraya herkesi kapatan, zaferin korkağı, yenilginin yüzsüzü bir güruh salvo atıyor; bildiklerimi sizden öğrendim, aynayız birbirimize. Doğru keder, yanlış acıyla aynı cümleye sığmaz. Her şeyin sonrası herkeste.
Bir şeylere aşina olmanın bir yükü var. Bir de kokusu; korkunun da kokusu, ikilemin çıkmazı, hesapların gerçekle çarpışması, yolların geldiği yere sürmesi insanı. Çareler nerede kaldıysa orada kavrulsun. Çığırından çıkan her neyse, neyi veya kimi çağırıyorsa gelsin artık.
Hayret etmek artık günah, hayâ etmek suç. Yerleşik kaygılar bir sürgün veya firar meselesi. Bir şeyler bir şeylerin emsal fetvası. Oyunlarla Yaşayanlar bir kitap adı, şimdilerde hayatın tabelası. Elzem olan ve ender olan yer değiştirince, her yer suç mahalli. Öyle olunca gelsin hapishaneler, hastaneler ve hal bilmezlikler. Başlangıç ve son bir sır gibi gizlenir yürünen yolda.
Her şey teşebbüs etmekle bir yerlere varmıştı. Masal, hikâye, efsane, rüya, düş ve düşüş arasında sık sık ömürler tüketilir, anlamlar yer değiştirir, itibarlar ıssızlaşmaya yer verirdi. İlk adımla başlayan macera, yanlış adımlarla sürüklenen bir hatırlamaya götürür insanı ve orada yalnız bırakır. Bir adım sonra da sonlara tepeden bakılır.
Cennetinde cinnet getirmiş biz, yetmedi cehennemler ısmarladık hayata. Her badire bir sonraki basamağı kül etmeye mecbur kaldı. Gidenler, göçenler, gitmesi gerekenler, neler ve kimler kaybolmadı ki dadandığı mutlulukta tane tane heba oldu. Envaı çeşit yara var, bir o kadar da yalan var. Mahcubiyet ya da mecburiyet sarkacında bahaneler ipinde bir o yöne bir bu yöne sarkıp duranlar oldu.
Hayat anlatmaya yetmiyor, göstermeye sığmıyor, gördüklerine yetişmiyor. Kesin hükümlerin kıydığı bu felaket çağda hızın da hazzın da bir emeli kalmıyor. Durmadan kayıp duran anlar, başka günlerin hazzına yetiştiriyor. Gidenlerle kalanlar arasında hep bir hengâme; anımsama ve unutma köprüleri, engebeli kıyıları, endişeli yarınlarının kırık parçaları.
Birileri ve diğerleri, biz ve onlar, madde ve mana ağırlığı herkesi bir yerlere mahkûm etti. Ne gördüysek o, ne yediysek öyle, nereyi gördüysek orası, kimi sevdiysek oralı, kime göçtüysek orada ve ısrarla hep bir başka kapı peşinde, sınırlarda. Yitirdiklerini başka yerde ve başkasıyla arama telaşı, her uzanan yola bir kördüğüm, herkese ayrı ayrı ziyan edilmiş bir geçmişi miras bırakır.
Bitmeyen bitiyor, geçmeyen geçiyor, gelmeyen geliyor diye başlayan avuntular bizi bir yere götürmüyor. Günlere, haftalara, aylara ve yıllara çok gelecek ipotek ettik. Yıkılıp yapılan, yıkılmadan duran birçok şey bıraktık ve hepsine şüpheler, ihtimaller ve intiharlar vaat ettik. Vazgeçmediklerimizin sabahı var ve yokluğuyla hayatlarımıza oyuklar açtık. Adımlar yanlışsa yola düşmek, getirmek ve bir harita çizmek gerek.
Haftanın kitap önerisi: Yildiz Çakar, Mohra Reş / Weşanên Lîs – Lîs Yayınevi