Fransa’nın Nanterre kentinde polisin 17 yaşındaki bir genci katletmesinden sonra gelişen olaylar banliyöleri yangın yerine çevirdi. Polis teşkilatının “kökünden yeniden kurulmasını ve katilin cezalandırılmasını” talep eden popüler sol siyasetçi Jean-Luc Mélenchon haricinde Avrupa reformist solundan pek ses çıkmadı. Yaygın burjuva medyası ve siyasetçiler polisin işlediği cinayeti göç politikalarıyla bağlantılı hâle getirerek, alışılagelmiş göçmen ve mülteci düşmanlığını körüklemeye devam ettiler. Kimi Alman solcusundan ise “olaylar büyümeden ve şiddete başvurmadan çözülmeli” türünden belirsiz açıklamalar geldi.
Tüm kıta boyunca ırkçı ve faşist hareketlerin güçlendiği, sistem karşıtı olmayan sıradan her itirazın dahi masif polis gücüyle bastırılmaya çalışıldığı günümüzde bu gelişmeler Avrupa’daki burjuva toplumlarının gerçek yüzüne ışık tutuyor. Bu bağlamda eski siyasetçilerden liberal Gerhard Baum’un “burjuva toplumu artık demokrasiden nefret ediyor” tespiti cuk oturuyor diyebiliriz.
Aslına bakılırsa “Burjuvazi” ile Citoyen”, yani yurttaş arasına bir ayrım koyan ve yurttaşı “son derece siyasi bir varlık olarak, bireysel değil ortak çıkarları ifade eden bir birey” olarak tanımlayan Fransız Devrimi’nden bu yana kapitalist toplumlarda bu tanımdan ve aydınlanmanın gereklerinden geriye hiçbir şey kalmamıştır. Günümüzün kapitalist toplumları, bencil ve kolektif hakları önemsemeyen burjuva toplumları hâline dönüşmüş, yurttaşı ise devlete sadık, dört-beş yılda bir demokrasicilik oynamasına izin verilen ve özel sermaye birikiminin boyunduruğu altında tutulan üretken bir askere indirgemiştir.
Polis şiddeti ne zaman gündeme gelse, liberal ve sol-liberal kesimlerde “üniformalı yurttaşlarımızı demokrasiye kazandırmalıyız” sesleri yükseltilmekte. Halbuki “üniformalı yurttaş” tanımı, kolluk kuvvetlerinin, yani polis ve jandarmanın, mahkemeler ve savcıların devletin şiddet aparatı olduğu gerçeğinin üstünü örtmeye yarıyor. Nihâyetinde devletin şiddet tekeli kapitalist devlete egemen olan sınıfların çıkarlarını kollamaya yarıyor.
Tam da bu nedenle polislerin işledikleri cinayetler, uyguladıkları şiddet ve kötü muamele cezalandırılmıyor – sadece Fransa’da değil. Almanya’dan bir örnek verelim: Bochum Üniversitesi’nin bir araştırmasına göre kolluk kuvvetleri yılda en az 12 bin hukuk dışı şiddet uygulamışlar. Kayıtlara geçen bu 12 bin şiddet eyleminin sadece yüzde ikisi savcılar tarafından incelenmiş. Cezalandırma oranı ise – ki o da en fazla disiplin cezası olmuş – sadece yüzde bir.
Tek başına 2023 yılını incelediğimizde tüm Avrupa’da çok sayıda ölümle sonuçlanan – ezici çoğunluğu beyaz Avrupalı olmayan insanlardan bahsediyoruz – şiddet olayının haricinde sayısız yaralanma, kötü muamele ve görevini kötüye kullanma olayının kayıtlara geçtiğini görebiliriz. En son Yunanistan’da olduğu gibi, mültecileri zorla geriye iten ve yüzlercesinin denizde boğularak ölmesine neden olan sınır polisinin yaptıklarını saymıyoruz bile. Polis üniformasıyla bir parti kurultayına katılıp, göçmen ve mülteci düşmanı, ırkçı konuşma yapan memurları veya iklim koruma eylemcisi gençlere şiddet uygulayan, daha eylem başlamadan bir gün önce gençleri “önleyici gözaltına” alan robocopları da…
Otuz yıl önce bugün Sivas’ta galeyana getirilen kitle Madımak Oteli’ni yakar ve 35 canımızı katlederken polis ve askerlerin olayları nasıl seyrettikleri hepimizin hafızasında. Veya Hanau’da ırkçı-faşist katil insanları kurşuna dizerken, polisin telefona dahi çıkmaması. Veyahut 2000-2006 yılları arasında faşist NSU örgütünün işlediği cinayetleri “Döner Cinayetleri” olarak adlandıran ırkçı polis komisyonunun suçluları göçmenler arasında araması ve cinayetleri Türk-Kürt çetelerinin çatışması diye göstermesi…
Uzun lafın kısası, kolluk kuvvetleri “üniformalı yurttaş” falan değillerdir. Ve Fransa’da banliyöleri yangın yerine çeviren gençler barikatları, yağmalamaları ve kundaklamalarıyla burjuva toplumlarının vurdumduymazlığına, bencilliğine, kapitalist vahşete ve kapitalist devletin şiddetine isyan ediyorlar. Kim haksız olduklarını söyleyebilir ki?