Gazetecilere/gazeteciliğe dönük baskılar sıradanlaşmışken, daralan mahallelerde bazı haberler diğer mahallelere hiç ulaşmıyor bile… Bunun için özel bir çabanın gerektiği günlerden geçiyoruz. Herkesin kendi kanadığı yerden etrafına bakma sıklığı ve genişliği, görme edimini de etkiliyor.
Gazeteciler arası mesleğe dair dayanışma bu nedenle yok denilecek kadar az. Adliyeleri mesken edinmek zorunda kalan gazetecilerin mesleğe ve birbirine sahip çıkma kriterleri memleketin demokrasi geleneğinden azade olmayarak güçlü ve kapsayıcı olamadı. Ana akım/alternatif medya tartışması meslek lehine gelişememesi bile “gazetecilik” tartışmasının kaosu ile ilgili.
Cumhuriyet Gazetesi’ne dönük kumpas davasının yarattığı rüzgar, tahmin edildiği gibi, tutuklu gazetecilerin dışarıya çıkması ile birlikte etkisini sürdüremedi. Bunun çok çeşitli nedenleri var. Yapısal konumlanışlardan tutun, mesleki dağınıklığa kadar çok şey söylenebilir. Ancak bir tür gazeteciliğin yalnız bırakıldığı da aşikar. Bu nedenle çeşitli yargılamalar duyulmuyor, görülmüyor ya da iradi olarak yok sayılıyor. Türkiye medyasında yapısal dönüşümün tarihi, bu dönüşümün neden olduğu enkazın altında kalmamaya çabalayan deneyimlerin, bir araya gelişlerin, çeşitli denemelerin de tarihi de olacaktır mutlaka. Birbirini görmeyen mesleki varoluşlara rağmen, kıymetli çabaların örnekleri de hiç olmadı değil. Kürtlerin maruz kaldığı her türlü şiddet ve baskı ile ilgili “duymadık, görmedik, bilmedik” gerekçesinin meşru olmadığı yılları da yaşadı Türkiye… Kürt illerindeki gerçekleri dile getirmek sadece Kürt gazetecilerin sorumluluğu olmadı. Kürt gazetecilerine yönelik gözaltılar, tutuklamalar, tehditler bir avuç “duyarlı” gazetecinin derdi olarak da kalmadı. Haber nöbetleri organize edildi, nöbetçi genel yayın yönetmenliği dayanışma zinciri kuruldu.
Muktedirlerin ihtiyaçlarına cevap üretmek zorunda kalan kurumlar, düşünce özgürlüğünü savunanların avına çıktığında, nöbetçi genel yayın yönetmenliği dayanışmasını gösteren gazetecileri de yeni maceralar bekliyor olacaktı. Nitekim de oldu. Gazetecilerin başlarına gelenler, barış akademisyenlerinin cezalandırılmasından farklı değildi. “Kürt’e dokunan yanar” dersinden kalmaktan çekinmeyen gazeteciler, mesleki örgütsüzlüğe, mesleki bölünmüşlüğe rağmen, kararlarının arkasında durdu. Mahkeme kararlarına atfen söyleyecek olursak “pişmanlık belirtisi” göstermeyince cezaları kesinleşmeye başladı. .
Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen gazetecilerin cezalandırılmasında cevval 13. Ağır Ceza’nın verdiği kararlar kesinleşmeye başladı. Özgür Gündem nöbetçi genel yayın yönetmenlerinden gazeteci Ayşe Düzkan, Ragıp Duran, gazetenin eş genel yayın yönetmeni Hüseyin Aykol, editör Mehmet Ali Çelebi ve yazar Hüseyin Bektaş’a verilen hapis cezaları onandı İstinaf Mahkemesi tarafından. Üst mahkeme, 13. Ağır Ceza’nın kararını oy çokluğu ile değil, oy birliği ile aldı.
Bu kararın haber olduğu mecra yine çok sınırlı kaldı. Bir avuç gazeteci örgütü dışında karara ilişkin tepki sınırlı kaldı. Kanıksanmışlığın ifadesi olarak “geçmiş olsun” dilekleri ise peş peşe geldi. Bu kez de meşruiyetin gücü mesleki örgütsüzlüğü toparlamaya yetmedi.
“Pişmanlık belirtisi yok” üzerinden verilen cezalar, gazetecilerden çok, dışarıda “bırakılanlara” verilen bir mesaj. Zira 13. Ağır Ceza’nın kararında vurgu yapılan noktanın “yeterince pişmanlık gösterilmediği” olması tesadüf değildi. “Düşünce özgürlüğünün sınırları var” diyen bu ifade kabul edilmediği için gazeteciler şimdi hapse girecekler.
Biat dışı bir araya gelişin her türüne alerjisi olan iktidar, “sürekli tokat” siyaseti ile bilgilenme hakkına hizmet eden gazetecilere dönük baskıların ne anlama geldiğinin düşünülmesine fırsat vermek istemiyor. Yayılamayan bilgiler insanların mahallelerinde yalnız kalmasına neden oluyor. İtirazlar arasında bağ, birbirini duymayı sağlayacak kanallar engellendiği için, kurulamıyor. Ez cümle… Gazeteciler yalnız, barış akademisyenleri yalnız, hak savunucuları yalnız, hak arayanlar yalnız…