75. Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ödüllü alan Meksikalı Yönetmen Alfonso Cuarón’un imzasını taşıyan Roma, 2018’in en iyi filmlerinden biri olarak gösteriliyor. Film, 1970’li yıllarda Meksika’da yaşayan orta sınıf bir ailenin yaşamını konu alıyor
M. Ender Öndeş/ İstanbul
En baştan söylemem gerekir ki, çok uzun süredir bu kadar sade, derdini gözüme gözüme sokmadan anlatan, dolayısıyla seyirci olarak bana bu kadar saygılı davranan bir film izlememiştim. Filmi, kendi çocukluğuna bir saygı duruşu olarak tasarlayan yönetmen Alfonso Cuaron, belki de bunun bir gereği olarak mümkün olduğunca yaşananlarla bizim aramıza girmemeye çalışıyor.
1970-71 yıllarında, Mexico City’nin orta sınıf mahallelerinden Roma’da bir aile. En zenginler değil elbette; kendi çapında başkentin orta düzey sosyetesi gibi. Bir doktor, eşi, dört çocukları, anneanne ve çocukların sevgilisi hizmetçi Cleo… Meksika’nın kadim halklarından Mixteclerden olan Cleo, toprakları devlet tarafından gasp edildiği için yerinden yurdundan koparak şehirde tutunmaya çalışan sıradan bir genç kadın. (Aslında, kendisinin ve kardeşlerinin bakıcısı Liboria “Libo” Rodríguez’in öyküsünü yeniden kuruyor Cuaron.) Evin bütün yükü onun sırtında, temizlik, çamaşır, çocuklar… Filmin bütününde olduğu gibi köşeli değil hiçbir şey; aileden çok dışlanan bir konumda değil, ‘abla’ gibi biraz ama sonuçta hizmetçi yine de hizmetçi. Neredeyse bir saniye durmaksızın evi toparlamak, süpürmek ama en önemlisi de gerçek bir sevgiyle çocukları büyütmek, onlarla cebelleşmek Cleo’nun işi. Bu arada kaçamaklar, sonraları azılı bir faşiste dönüşecek ipsiz sapsız bir sevgiliyle 70’lerin bize çok tanıdık gelen kent sokaklarında buluşmalar ve sonrası… Doktorun bir ‘başka kadın’ için evi terk etmesiyle ortaya çıkan karmaşada, evin hanımının önce dağılıp gitmesi, sonra aynı durumda olan Cleo’ya biraz daha yakınlaşması…
Tanık olmak
Bütün bunların arasında geziyor Cuaron’un kamerası. Ama gezmiyor da aslında. Öyle ilginç bir biçimde, öyle gösterişsiz yapıyor ki bunu, siz kendinizi olup bitenleri izleyen bir tanık gibi hissediyorsunuz çoğu zaman. Film boyunca, kamerayı insanların burnuna kadar dayayıp gözüne kaşına zoom yapan (böylece yeteneksiz oyuncuları zahmetten kurtaran!) tek bir sahne yok. Neredeyse bütün sekanslar yaşananlarla ilgili ortamı da kapsayacak genişlikte. Bel çekiminden daha yakın bir sahne hemen hemen hiç yok; her şeyi kendi çevresiyle, eşyalar ve diğer nesnelerle birlikte görüyorsunuz. Yalnızca yılbaşı akşamında Cleo’nun dökülen içkisi (uğursuzluk!) ve doktorla eşinin araba park edişleri arasındaki fark gibi yerlerde, hepsi o kadar. Tatilden gelen aileyi, oturma odasının içinden bir yerlerden gösteriyor bize mesela Cuaron, 1971’in büyük öğrenci katliamını bir mobilya mağazasının penceresinden inanılmaz bir gerçekçilikle gözlerimizin önüne seriyor. Neredeyse 1977 Taksim gibi her şey ama kamerayla oynamıyor fazla; gerçeği görüyorsunuz, çıplak gerçeği.
O kadar ki, bazen ev sahnelerini izlerken “adam kamerayı kenara bir yere sabitleyip kahveye gitmiş” duygusuna kapılıyorsunuz. Kamera bir oyuncu gibi dâhil olmuyor olaylara. . Bodrumdaki hizmetçilerin yılbaşı kutlamasını verirken bal gibi de sınıfsal her şey aslında, görüyorsunuz bunu. Ya da Cuaron’un evin köpeğine simgesel bir rol yüklediğinden emin değilim mesela ama filmi izleyip bitirdiğinizde hemen her sahnede var olan ve dışarı çıkması hep engellenen köpek sizde bir tür sıkışmışlık hissi uyandırabiliyor. Yani kameranın böyle bir derdi olsun olmasın, kendiliğinden oluyor bunlar.
Sadece tüyler ürpertici doğum sahnesinde ve denizde yaşananlarda o sakin kamera anlayışı büyük bir sıçramayla inanılmaz bir performans gösteriyor; yüreğiniz yerinden çıkacak gibi oluyor.
Bildiri değil ama…
Her şeyi anlatıp hiçbir şeye hüküm vermeden, hiçbir şeyi tam köşelemeden akıyor film. Sonuçta film boyunca bir tanecik afili laf, bir tanecik aforizma çıkmıyor karşımıza. Cleo’nun “Ülkü Ocaklı” sevgilisi, “gel evlenelim madem” deseydi işler nereye varırdı, ortaya beş-altı çocuk büyütürken kocasının pis işlerine da katlanan bir kadın mı çıkardı, bunu da bilemiyoruz. Hizmetçi ruhu başka bir şey çünkü, yaşamadan hüküm vermek zor olmalı.
Cleo’nun iç dünyasını film bittiğinde de bilmiyoruz mesela. Başlangıçta, Chabrol’ün Seremoni’si aklımıza geliyor ister istemez ama oradaki katliama kadar giden yıkıcı nefret duygusu yok Cleo’da. Faşist sevgili teması bir an Zengin Mutfağı’na sürüklüyor zihnimizi ama oradaki politik kesinlikler de yok filmde. İlginç bir biçimde aslında politik bir film seyrediyoruz ama bunu dayatmıyor Cuaron. Başına gelen felaketten sonra Cleo’dan politik bir figür çıkmıyor örneğin, onun tipik Kızılderili yüzündeki acıyı görsek de, daha derinlerde neler olup bittiğini bilmiyoruz; Cuaron bizi oraya dâhil etmiyor, kendisi de o iç dünyayı bilmiyor muhtemelen. Cleo da zaten konuşkan değil ki, belki de en çok arkadaşı Adele ile anadillerinde konuşurken kendisi oluyor, kendi duygularını anlatabiliyor.
Ya da örneğin terk edilmiş iki kadın arasında ortaya bir ‘dayanışma’ çıkıyor gibi tamam ama o da ‘yaşasın kadın dayanışması’ sloganı attıracak netlikte değil. Sonuçta hanım hanım, hizmetçi de hizmetçi. İkisinin yaşadıkları felaketlerin düzeyi bile farklı ve bir eşitlik yok orada. Çocuklar boğulsaydı mesela, durum ne olurdu, bunu bilme şansınız da yok; çünkü boğulmuyorlar.
Sonuçta, senaryo ve kamerayı da kendi üstlenen Cuaron, bir yandan çok kişisel bir yapıt ortaya çıkarırken, diğer yandan da bir dönem filmine imza atıyor. Kontra çetesi Los Falcones’in sivil polislerle birlikte gerçekleştirdiği “Corpus Christi” öğrenci katliamı kadar, 70’lerin sokak atmosferi de, ilişkileri de filme yansıyor. Neredeyse aynı yılların Beyoğlu’su, o kadar yani!
Daha önce ‘Y Tu Mama Tambien’ (2001), ‘Children of Men’ (2006), ‘Harry Potter ve Azkaban Tutsağı’ (2004) ve ‘Gravity’ (2013) gibi filmlere imza atarak zaten Oscar’ı daha önce almış bulunan Cuaron’un Venedik Altın Aslan’dan sonra yeniden Oscar’a uzanması mümkün görünüyor.
Ama bütün o ödüller dünyasında ne olup biterse bitsin, onun iyi bir öykü anlatıcısı olduğu kesin. Ödülleri kim alırsa alsın, Cuaron, kendi dünyasından bir pencere açıyor ve biz oradan dünyanın öteki ucundaki bir kadının hüzün dolu hikâyesini izliyoruz, hatta o hikâyenin bir parçası oluyoruz zaman zaman. Bana sorarsanız, bu, bütün diğer şatafatlı şeylerden daha kıymetli.
Ha, bu arada… Filmin Netflix yapımı olması ayrı bir konu. Belki de sinema salonlarını bitirecek olan bir sürecin işaret fişeği olan bu durum, sanırım epey tartışılacak. Sinemayı AVM köşelerine sıkıştıranlar da tartışılacak tabii bu arada. Belki de herkes hak ettiğini bulacak, bilemiyorum.