“Eğer bir ülkede kendi insanlarını kandıran bir medya varsa, o ülkenin başka bir düşmana ihtiyacı yoktur”
M. Lidan
Kara propagandanın siyasetin hemen her alanına sirayet ettiği bir süreçten geçiyoruz. İnsana dair tüm duygular da dahil olmak üzere her şey propagandanın esiri olmuş durumda.
Görevi, özü gereği sorumlu bir anlayışla toplumu gerçekler doğrultusunda bilgilendirmek olan medya -bundan taviz vermemeye çalışan birkaç istisna dışında-iktidarın borazanlığını yapan ‘sahibinin sesi’ne endekslenmiş konumda.
Althusser’in deyişiyle söylersek; medya da devletin birçok kurumu gibi ‘ideolojik aygıtları’ndan biridir. Dördüncü kuvvet diye de tanımlanan medya, geçen zaman zarfında diğer aygıtların da önüne geçerek artık yöneten konumuna geldi.
Gelinen noktada medya denince artık yalanla, çarpıtılmış haberlerle, ayrıştırıcı ve ötekileştirici yapısıyla bir canavara dönüşmüş durumda. TV’lerin haber sunuş biçimlerine, gazetelerin manşetlerine bakıldığında medyanın azgınlaşmış halini görmek mümkün.
Konu ne olursa olsun en küçük bir eleştiri yapıldığında en yetkili ağızlardan başlayarak gazetelerde atılan başlıklardan, TV’lerdeki yorumlara, ordan toplumun galeyana gelmiş avazına kadar koro halinde naralar atılıyor.
Propaganda Çağı” adlı kitapta Pratkanis E. Aronson:“Her gün birbiri ardına ikna edici mesaj bombardımanına tutuluyoruz. Medya dünyasından gelen bu çağrılar, argümanın haklı ve tutarlı olmasından değil, sembollerin ve en temel insani hislerimizin manipülasyonu vasıtasıyla ikna edici oluyor. İyisiyle, kötüsüyle, içinde yaşadığımız çağ bir propaganda çağı” diye belirtir ve ikna metodunu demokratik ama propagandayı despotik bir yöntem olarak görür.
Medya başta olmak üzere birçok alanda uygulanan algı yönetimi, kitleyi kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmek ve onları hedefledikleri amaçlar uğruna kullanılan bir nesneye dönüştürmektir. Bir tür psikolojik savaştır.
Yöntem bellidir. Öncelikle ‘düşmanlar’ tespit edilerek onların devlet üzerinde nasıl bir tehdit oluşturduklarına dair toplumda gerilim yaratılır ve bu durum ‘tutmayın beni lan’ noktasına evrilir.
Gerçeğin çarpıtılıp, çarpıtılanın gerçekmişçesine sunularak algı oluşturulması yaygın bir yöntem olarak olan bitene eleştirel bakamayan kitle üzerinde etkili olabiliyor ne yazık ki.
Son günlerde devreye sokulan anti demokratik uygulamalara yaklaşımlar da farklı değil. Medya her zamanki gibi kendine verilen görevi harfiyen yerine getirmeye devam ediyor.
Medyanın söyledikleri ya da yazdıkları kadar ifade etmedikleri ve yazmadıkları da önemlidir. Yalanı açığa çıkarmaya çalışan, şiddete odaklanmayan, farklı fikir ve yaklaşımlara imkan sağlayan ve bunu görünür kılan bir yaklaşım içinde olan muhalif medya türlü baskılarla karşı karşıya.
Oysa şiddete odaklı, tarafgir ve kızıştırıcı medyaya tüm imkanlar sunulmakta. Türlü algı operasyonlarıyla bize sunulanları irdelemeden, sorgulamadan gerçeği kavrayamayız. Böyle bir ortamda sağlıklı düşünebilmenin yolu eleştirel düşünmekle mümkündür ancak.
Eleştirel düşünme alışılmışın dışında, şablon fikirlerden, önyargılardan sıyrılabilmek, farklı açılardan bakabilmektir. Yoksa yalan-dolanın ayrımında olamayız.
Evet. Kirli haberlere kurulmuş vericiler. Nazım’ın dediği gibi, Tüm aygıtlar yalana endekslenmiş, yalanla besliyorlar bizi:“…Ah, benim insanlarım,/yalanla besliyorlar sizi,/ antenler yalan söylüyorsa,/yalan söylüyorsa rotatifler,/kitaplar yalan söylüyorsa, duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa,/… ses yalan söylüyorsa,/söz yalan söylüyorsa,/ellerinizden başka her şey yalan söylüyorsa, /elleriniz balçık gibi itaatli,/elleriniz karanlık gibi kör, elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun /elleriniz isyan etmesin diyedir./Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız/ bu ölümlü, bu yaşanası dünyada/ bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.”