Büyük sosyal çalkantılardan büyükler daha fazla etkilenir. Buradaki “büyükler” kelimesini toplumdaki egemen güçler anlamına kullandım. Bir başka ifadeyle eğer toplum büyük kaybetmişse egemen güçler daha büyük kaybetmiş demektir. Bir çelişki olarak düşünmeyin bu söylediğimi. Çünkü yoksulların kaybedecekleri, egemen güçlerin kaybedeceklerinden çok daha sınırlıdır.
Nitekim bir zamandan beri kontrol edilemediklerinden dolayı yaşadığımız ekonomik ve sosyal çalkantılar ve doğal felaketler, öyle ya da böyle bu toplumun egemen güçlerinin daha büyük kaybetmeleriyle sonuçlanacaktır. Çünkü toplumun büyük çoğunluğu zaten ekonomik olarak açlık sınırının altında, sosyal olarak da neredeyse özgürlüklerin olmadığı bir toplumda yaşıyor. Yani kaybedeceği çok bir şey kalmamış durumda. Nitekim önümüzdeki aylarda bu durumun tersi bir döneme gireceğiz. Gerek ekonomik ve gerekse özgürlüklerin sınırlarında büyük iyileşmelerin olacağı bir dönem olacak bu. Hemen değil belki ama bir zaman içinde bu trendler oluşacak. Bütün gelişmeler bu yönde işaretler veriyor.
Her ne kadar yukarıda toplumu “egemen güçler” ve “yoksullar” diye ikiye ayırarak yorum yaptımsa da doğrusu “bölünmüş toplumlarda” bu kavramlar da bölünmüş durumdadır. Yani “egemen güçler” dediğimizde hangi güçler diye sormamız gerek, “yoksullar” dediğimizde de öyle. Hangi yoksullar? Bu soruları sormak durumundayız çünkü toplum dikey olarak “egemen güçler” ve “yoksullar” diye ayrı ayrı bir incelemeye tabii tutulsa da bir de kimlikleri bağlamında da (Türk mü? Kürt mü?) ele alınması gerek. Teknik terimlerle “dikey eşitsizlikler” yanında bir de en az bu kavram kadar önemli “yatay eşitsizlikler”e de bakmak gerek.
Klasik Marksist biri diyebilir ki asıl önemli olan sermayedarın Türk mü Kürt mü, Sünni mi, Alevi mi, laik mi olduğu değildir. Asıl önemli olan üretim araçlarına sahip olup olmamalarıdır. Benzer biçimde de “yoksulların” “Kürt mü? Türk mü?” diye sorgulanması da anlamsızdır. Çünkü bu yoksul insanlar bakımından önemli olan onların “ücretli emek” olup olmamalarıdır. Dolayısıyla bu ele alış tarzındaki sorun aslolanın bu kesimlerin üretim sürecindeki çıkarları ve pozisyonları olduğu gerçeğini atlamış olmasıdır. Asıl olan budur.
Doğrusu bugünün Türkiye’sinde yaşananlar böyle bir anlayışı haklı kılıyor mu? Bence kılmıyor. Gerek “egemen güçler” bakımından ve gerekse de “yoksullar” bakımından bu yaklaşım, gerçek durumu anlamamız için yetmiyor. Mesela kimlikleri bakımında “laik” olarak varsayacağımız sermaye sınıfının temsilcisi TÜSİAD, açık olmasa da Millet İttifakı’nı desteklerken, kimlikleri bakımından “siyasal İslam”a daha yakın olan MÜSİAD da Cumhur İttifakı’nı destekliyor. İkisi de sermaye sınıfı, ikisinin de sermaye sınıfı olmak bakımından birbirlerinden farkları yok ama kimlikleri farklı.
“Yoksullar” da öyle. Yine Kürt yoksulu olmak da Türk yoksulu olmak da aynı değil. Bakın sendikalara! Türkçü milliyetçi sendikalar da var, laik sendikalar da var, Siyasal İslam’a yakın olanlar da var. Ve çıkarları ve üretim bakımından durumları aynı olduğu halde bu “yoksullar” arasında da bir birliktelik pek mümkün değil.
Bu analizden ne mi çıkar? Yazının başında söylediğim “yoksulların kaybedecekleri, egemen güçlerin kaybedeceklerinden çok daha sınırlıdır” sözünü hatırlayarak diyebiliriz ki kimlikleri bakımından aralarında farklılıklar olsa da yaşadığımız krizden “yoksullar”ın kaybedecekleri, egemen güçlerin kaybedeceklerinden çok daha azdır. Egemen güçlerin ise kimlikleri bakımından aralarındaki farkları dikkate alarak yorumlarsak kaybedecek olan kimliğin, yani “siyasi İslamcı ve Türki milliyetçisi” kimliğin sermayedarlarının “laik” sermayedarlarınkinden çok daha fazla kaybedeceğidir.
Zaman ne gösterecek bilmiyorum. Ama içinde yaşadığımız dönemin gerçekten toplumsal bir çalkantı ima eden bir dönem olduğu ortada. Sonucu bekleyip göreceğiz.