Kapitalist sistem çok yönlü ve çok boyutlu şekilde insan yaşamına nüfuz eder. Kompleks ve karmaşık yönlerinin yanında sıradan ilişkilerde ve günlük yaşamın işleyişinde kendi rasyonunu, ruhunu yeniden üretir. Dolayımlar oluşturarak iktidar ve tahakküm ilişkilerini yayar. Dolaylı tahakküm ilişkileriyle normlarını, işleyişini, yarattığı eşitsizliği normalleştirir, kitleler tarafından içselleşmesini, hatta haklılaştırılmasını sağlar. Böylece kitlelerinin sistemle bütünleşmesi ve kaynaşmasının önü açılır. Gerçekleşmiş ya da gerçekleşebilecek tek ve makul hayat tarzının kapitalizm olduğunu “gösterir”, dikta eder.
Mesela bir bürodaki, bankadaki ya da herhangi bir işyerindeki çalışanların tek bir alanda, yan yana masalarda kalabalık bir şekilde çalışmasına karşılık, amirin ya da müdürün tek ve geniş bir odada ve çalışanları kontrol edecek tarzda oturması hiç de masum bir düzenleme değildir. Ayrı bir örnek resmi ya da devletle herhangi bir ilişkide hastanede, vergi dairesinde, karakolda kendimize çekidüzen verme ihtiyacı ve farklı edalar içine girme hali düşündürücüdür. Aslında gündelik hayatın her alanında toplumsal konumlar, temel değerler, otoritenin kabulü, toplumsal hiyerarşi hatırlatılır, öğretilir, olağanlaşır. İktidar ilişkisi normalleşir. Bir anlamda efendi köle ilişkisi rafine bir şekilde gündelik hayatın içinde kendini tekrar tekrar üretir. Bu esir olma hali sadece fiziki değil, ruhsal, duygusal ve zihinsel bir mahkumiyeti koşullar. Hatta bu farkında olunmayan bir mahkumiyettir. Modern toplumda gündelik hayat aslında özgürlüğün kuşatıldığı, esir alındığı bir işleyiş ve rutine sahiptir. Bu süreç bir hiçleşme halidir. Anlamın kaybolduğu bir hayattır. Henri Lefebvre, bu konuda öne çıkan kimliklerden biridir. Lefebvre, gündelik hayattaki yabancılaşma üzerine yoğunlaşır ve onu aşmanın yöntemleri üzerine kafa yorar. Marx’ın 1844 El Yazmaları’nda ele aldığı yabancılaşma teorisini gündelik hayata ve modern kent yaşamına uygulayarak yeni yabancılaşma biçimlerini ortaya koyar, kapitalist tahakkümün kuşatıcılığını detaylı bir şekilde inceler, bir nevi arkeolojisini yapar.
Yabancılaşma olgusu aslında büyük bir kuşatılma, boğun eğdirilme ve tersine yaşanan bir dünyanın inşasını ifade eder. Özgürlüğün gaspını ve ruhun kadavra haline gelmesini içerir. Aynı tartışma kapitalizmi anlamanın ve anti- kapitalist kopuş zeminlerinin kavranmasında önemli bir eksen oluşturur. Çünkü kapitalizmle insanın yabancılaşma süreci iç içe geçmiş ve derinleşmiştir. Başka bir izahla kapitalizmin tarihi insanın yabancılaşma tarihidir ve kapitalizmle yabancılaşma birbirini tamamlayan ve besleyen olgulardır.
Özel mülkiyet ve yabancılaşma
Marx yabancılaşma nosyonunu ilk dönem eserlerinden biri olan 1844 El Yazmaları adlı çalışmasında ele alır ve inceler. Yabancılaşmayı yabancılaşmış emek kavramı üzerinden teorileştirir. Marx’ın bu açılımı kapitalist sömürü düşüncesine giden yolun kapılarını açacaktır. Bu adım Hegel ve Feuerbach’ta en soyut ve en kapsamlı biçimini kazanan yabancılaşma kavramından kopuşu ifade eder. Marx kavramın bağlamını değiştirerek yani bu zamana kadar yapılageldiğinden farklı olarak felsefi, dinsel ve siyasal alanla sınırlı içeriğinden çıkarıp, maddi üretim alanına ya da iktisadi alanı taşır. Marx’a göre iktisadi alandaki yabancılaşma, toplumsal ilişkilerdeki ve tinsel alandaki yabancılaşma biçimlerini koşullamaktaydı.
Hegel, kavramı sistematik olarak ilk tanımlayan düşünür olarak dikkat çeker. Marx’ın son derece önem verdiği ve bence de Hegel’in felsefi sisteminin anlaşılmasında vazgeçilmez eser olan Tinin Fenomenolojisi’nde (1807) felsefi kavram olarak yabancılaşma özel olarak irdelenir. Tin çalışmanın ana eksenini oluşturur. Hegel, yabancılaşmayı tini incelerken geniş bir alt bölüm olarak ele alır. Ve ayrıntılı bir şekilde analiz eder. Yabancılaşma kavramı Hegel için tinin, kendinden başkalaşmasını ifade eder. Hegel’e göre tinin yabancılaşması ve yabancılaşmayı aşması diyalektik bir süreçtir. Ve bu tinin daha yetkine, mükemmele ulaşması ya da kendine dönmesi, kendini tam anlamıyla gerçekleştirmesi için yaşanması gereken bir süreçtir. Son derece kapsamlı ve katmanlı açılımları içeren yabancılaşma kavramını Hegel felsefesinin temel parametrelerinden biri olarak ele alabiliriz. Ya da konsantre bir şekilde vurgu yapmamız gerekirse Hegel’in felsefesini tinin yabancılaşması üzerinden inşa ettiğini söyleyebiliriz. Son bir alt çizme şu olabilir; Hegel’in felsefesinde diyalektik ve yabancılaşma kavramı iç içe geçmiştir ve sarmal bir ilişkiyi gösterir. Yabancılaşma olumlu bir süreci ve gelişmeyi ifade eder.
Hegel sonrası yabancılaşma kavramına kendi felsefesinde belirleyici yer veren filozof Feuerbach’tır. Feuerbach Alman İdealizminden materyalizme geçişin ilk uğrağıdır. Marx, Feuerbach’ı materyalizm için giriş olarak tanımlar. Feuerbach felsefesinin temel ekseni din eleştirisidir. Hegel eleştirisiyle felsefi çalışmalarına başlayan Feuerbach, Hegel’den kopuş yolunu yine Hegel felsefesinde bulacaktır. Feuerbach için temel gerçeklik insandır. Felsefesinde çıkış noktası olarak insanı temel alır. Böylece felsefede yürütülegelen tartışma eksenini/aksını farklılaştırır; ilgiyi teolojiden antropolojiye kaydırır. Feuerbach bu temelden hareketle Hegel’in yabancılaşma anlayışını eleştirir. Feuerbach Hegel’in, doğanın tinin kendine yabancılaşmış biçimi olduğu görüşüne karşı çıkar, insanın kendine yabancılaşmış biçimi olarak Tanrı değil esas olarak Tanrının kendine yabancılaşmış insan olduğunu ileri sürer. Yani özne ile yüklemin yerini değiştirerek muazzam bir şey yapar, kısaca söylediği şudur; tanrı insanı yaratmaz, insan tanrıyı yaratır. Hıristiyanlığın Özü (1841) adlı çalışmasında Tanrı ve din üzerinde durur. İnsan kendindeki bütün olumlu niteliklerini ve daha fazlasını, tanrıya aktararak, kendini olumsuzlar,” fakirleştirir” diye vurgu yapar.
Marx, 1844 El Yazmaları çalışmasıyla, yabancılaşma kavramına yönelik bu iki yaklaşımı aşar ve son derece önemli açılımlarda bulunur. Her ne kadar 1844 El Yazmaları’nda Feuerbach’ın etkileri görülse ve Hegel’in dili kullanılsa da; Marx, burjuvazinin ontolojisi olan özel mülkiyeti ve burjuvazinin dini olan ekonomi- politiği ilk olarak radikal bir şekilde eleştirir. Yabancılaşma ve emeğin yabancılaşması kategorilerinin analiziyle ekonomi politiğe yönelik ayrıştırıcı eleştiriler yapar. Yabancılaşmanın özel mülkiyetten kaynaklandığını ileri sürer. Emeğin yabancılaşmasını derinlikli inceler. Emeğin yabancılaşmasının temeli ve esas nedeninin özel mülkiyet olduğunu belirtir. Paradoks gibi görünse de diyalektik bir tezahür olan şu vurguyu yapar; özel mülkiyetin emeğin yabancılaşması sonucu ortaya çıktığını ve onun somutlaşmış hali olduğunu ifade eder. Bu çözümlemelerine paralel yabancılaşma kavramını özel olarak ele alır.
Marx ve yabancılaşma
Marx’ın yabancılaşma teorisi kendi içinde katmanlaşarak, bir gelişim süreci izlemiştir. 1844 El Yazmaları’nda ilk olarak ele alınan bu kavram ya da yabancılaşmış emek kavramı, bir başlangıç ve taslak bir teorik çerçevedir. Aynı zamanda her ne kadar izlerini ve dilini taşısa da Hegel’in felsefi sisteminden kopuşu, aynı şekilde kopuştan kopuş mahiyetinde Feuerbach’ta simgelenen sol Hegelcilikten kopuşu işaretler. Bu manada son derece kıymetli ve radikal bir çalışmadır.
Marx’ın, 1850 ve 1860 yıllarda kaleme aldığı kapitalizmin analizini içeren ve ekonomi-politiği eleştiren çalışmaları, özellikle Grundrisse (1858) kitabının alt başlığı ekonomi politiğin eleştirisi için ön çalışmadır. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (1858) ve Kapital çalışmalarında (1867, 1885,1894) konu derinleştirilmiş, çok daha geniş, kapsamlı bir şekilde ele alınmıştır. Bu merhaleler yaşayan bir teorinin gelişim sürecini ifade eder. Bu noktada yabancılaşma/meta fetişizmi kavramını paralel kullanmak ya da yabancılaşma teorisini bu bütünlük içinde ele almak gerekir.
Teorinin gelişimi üzerine bu kısa vurgudan sonra Marx’ın yabancılaşma teorisini detaylandırabiliriz. Marx yabancılaşmayı dört parametre üzerinden inceler.
Birincisi: İnsanın kendi emek ürünlerine yabancılaşmasıdır. Kapitalist toplumda emeğin işgücü haline gelmesi aslında bir cinnet halidir. İşgücü bir metadır. İşçi, tek varlığı olan işgücünü yaşamını sürdürmek için kapitaliste satar. Böylece yarattığı emek ürünleri kapitaliste ait olur. İşçi ürettiği üründen hiçbir hak iddia edemez. Kapitalist sistemde özel mülkiyetin egemenliği sonucu emek ürünleri işçiden tamamen kopartılmıştır. Artık o işçinin karşısında bir “şeye” dönüşür. İşçi onu yabancı bir nesne “yabancı bir varlık” olarak algılar. Bu süreç bir yanıyla canlı emeğin ölü emek haline gelmesidir ya da nesneleşmiş emek sürecidir. Sermayenin bir tanımını ölü emek üzerinden de yapabiliriz.
İkincisi: İnsanın kendi emeğine yabancılaşması. İşçi işgücünü kapitaliste satmasıyla birlikte somut bir sonuç ortaya çıkar. Bu durum işçinin kendi emeği üzerinde hiçbir kontrolünün olmaması anlamına gelir. Kapitalist aynı zamanda üretim sürecinin bütününe hakimdir.
Neyi, nasıl, ne zaman, ne kadar, ne biçimde üretileceği ve çalışma rejimi kapitalistin kontrolündedir. Kapitalistin işçinin işgücünü satın alması bir nevi onu hapishane düzenine sokması anlamına gelir, bu ortamda sadece emeğini değil bedenini ve ruhunu da esir alır. Mesai bitiminde işçilerin çalışmaktan “vebadan kaçar gibi” kaçması boşuna değildir. Çünkü çalışma saatlerinde solunan hava bile esareti pekiştirir. İşçi kendi emeğini, kendi yaşamının parçası olarak görmez, yabancı, kendi dışında bir güç için çalışmaktadır. Kendi emeği üzerindeki bütün kontrolünü yitirmiştir. Bir nevi modern köledir ya da ücretli köle haline gelmiştir. Bu aslında bir anlamda kendini, insan olma halini kaybetme durumudur. Emek artık yaratıcı bir faaliyet değil sadece en kaba haliyle yaşamı idame ettirmeye yarayan faaliyete dönüşür. Her türlü entelektüel çalışmanın önü kapanır. Hem zaman yoktur, hem de takat kalmamıştır. Marx bu durumu, otsul bir yaşam olarak değerlendirir. Bir anlamda bu durum kendini yitirme halidir.
Üçüncü düzey: İnsanın insana yabancılaşmasıdır. Yukarıda bahsettiğimiz, insanın kendi emek ürününe yabancılaşması ve insanın kendi emeğine yabancılaşma biçimlerinin ortaya çıktığı koşul, ancak toplum içinde mümkün olabilir. Yani emeğin yabancılaşma sürecinde işçinin karşısına çıkan yabancı varlık aslında bir toplumsal güçtür. Marks bu durumu çarpıcı bir şekilde ifade eder: “Eğer emeğin ürünü işçiye ilişkin değilse, eğer ürün işçinin karşısına yabancı bir erk ise bu ancak o ürün işçi dışında bir başka insana ilişkin olduğu için olanaklıdır. Eğer işçinin etkinliği onun için bir işkence ise, bir başkasının zevki ve bir başkası için yaşama sevinci olmalıdır. İnsanın üzerindeki bu yabancı erk, ne tanrılar olabilir ne de doğa, insanın kendisidir bu.”
Kapitalist sistemde insanlar arası ilişki insanın insanla kurduğu ilişki değil, farklı ekonomik ilişkilerin “kişileştirilmesi” üzerinden şekillenir. Yani sermaye sahibi, işçi; kiracı mülk sahibi; memur amir; metayı piyasada satan tüccar, işadamı ve metayı alan olarak biçimlenir. Bu mana da insanla insan arasındaki ilişki, Hobbes’un vurguladığı gibi birbirinin kurdu, rakibi, kendi çıkarlarını tehdit eden, tekin olmayan, yabancı ve tehlikeli bir “şeyle” ilişki gibidir. Kapitalist sistem küresel bir pazar ve piyasaysa burada insanın yeri yoktur, sadece sahip oldukları metalarla kendini var eden “kişilerle” ve diğer “kişiler” arasında ilişki vardır. Tabii ki piyasadaki kural ve bütün ilişki düzlemi doğası gereği metanın üzerinden yürütülür. Metalar arasındaki toplumsal ilişkiler, “kişiler” arasındaki ilişkilere yansır. Yani insanla insan arasındaki ilişki şeyle, şey; nesneyle nesne arasında ilişkiye dönüşür.
Marx bu durumu şöyle anlatır: “İnsanlar arasındaki ilişkiler kişiler arasında doğrudan toplumsal ilişkiler olarak değil, …(şeylerle) şeyler arasındaki toplumsal ilişkiler olarak tezahür eder.”
Bütün duygu, ruh hali, gündelik hayat pratiği buna göre biçimlenir, şekillenir. Yaşamın her alanının metalaşmasıyla, insan insanın kurduna dönüşür. İnsan en fazla kendi çekirdek ailesine ya da dar dost ve arkadaş ilişkisi içine hapsolur. Tutunamaz, kayıp gider. Hapsolduğu alanın içine meta ilişkilerin sirayet etmesi uzun sürmez. İnsanın insana yabancılaşması gerçek manada parçalanma, dağılma ve tutunamama halidir. Böylesine bir halin her şeye aktif rıza göstermesi kaçınılmazdır. Sevgi, aşk, diğerkamlık, dayanışma ise kaybolmuş bir hatıraya dönüşür. Nostaljik figürler olarak kalır ve anılır. Hatta böyle bir his yadırganır, telaş nedeni haline gelir.
Dördüncü düzey: İnsanın kendi doğasına yabancılaşmasıdır. İnsanın insanlaşma süreci kendini ve içinde bulunduğu doğayı değiştirme yeteneğiyle biçimlenir. Bu yetenek emekte somutlanır.
Fakat yabancılaşmış emek, insanın yaratıcı faaliyetini köreltir, sadece yaşamını sürdürme faaliyeti içinde insanı sınırlar. Bu kötürümleştirici faaliyet insanın gerçek doğasından ya da bilinçli ve iradi yaşam faaliyetinden kopmasının önünü açar. Bu insanın kendi doğasına yabancılaşmasıdır.
Marx şu vurguları yapar: “… Bilinçli yaşamsal etkinlik insanı, hayvanın yaşamsal etkinliğinden ayırır. …Gerçi hayvan da üretir. Arı, kunduz, karınca vb. gibi. Kendine yuva barınak kurar. Ama sadece kendisi ve yavrusu için dolayımsız gereksinme duyduğu şeyleri üretir… Oysa insan evrensel biçimde üretir. Tüm doğayı yeniden üretir. … Yabancılaşmış emek ilişkiyi tersine çevirir.”
Bu sürecin kaçınılmaz sonucu, doğanın parçası ve onun düşünen hali olan insanın doğaya yabancılaşmasıdır. Doğa insanın inorganik vücududur. Yabancılaşma bu uyumu bozar ve insan doğadan ontolojik, epistemolojik ve etik düzeyde kopar. Artık doğa çok boyutlu evren olmaktan çıkar korkulan, işgal ve istila edilen, mülkleşen bir şeye dönüşür. Bu doğanın sömürgeleştilmesi ve metalaştırılması süreciyle paralel işleyen bir eğilimdir.
Yabancılaşma/ meta fetişizmi kapitalizmin insanı ve onun ruhunu kadavra haline getiren hatta sistemin suç ortağına dönüştüren çok boyutlu ontolojik bir yıkım sürecini ifade eder. Yabancılaşmanın yarattığı tersine dünyada insan kendini kaybeder, insan olmaktan çıkar, meta dünyasının yarattığı simülasyonlar içinde çürür ve “otsul” bir hayat sürer. Tabii ki ona hayat denirse…
Yabancılaşma teorisi kapitalizmi anlamayı ve aşmayı içerir
Özel mülkiyet dünyasının varlığı emeğin yabancılaşmasının nedenini ve temelini oluşturduğunu belirtmiştik. Yabancılaşma her şeyiyle çürüyen bu dünyanın/kapitalist toplumun mümkün olan tek dünya olarak algılanmasına ve her şeye rıza göstermeye/inşasına yol açar. Sömürünün, sınıfların ve sınırların, açlığın ve yoksulluğun olduğu bir dünya ancak başta işçi sınıfı ve ezilenlerin tahayyüllerin yok edildiği, zihinlerin bulanıklaştırıldığı, atomize oldukları ve sınıf bilinçlerinin köreldiği koşullarda mümkün olabilir. Yabancılaşma bu işi yapar. İşçi sınıfı için bir iktidarsızlaşma, kendi insani varlığının ayaklar altına alınması, kötürümleşme ve şeyleşme halidir. Yabancılaşma stratejik bir özgürlük gaspıdır. İnsanın kendi kendini zihinsel, fiziksel, ruhsal olarak prangaya vurmasıdır. Ve kıpırdamadığında zincirin sesini duymama halidir.
Özel mülkiyet dünyasından/kapitalizmden kurtulma ve kopuş olmadan işçi sınıfı ve bütün ezilenlerin siyasi ve ekonomik kurtuluşları olanaklı değildir.
Bu noktada Marksist literatüre Georg Lukacs’ın önemli bir katkısı olacaktır. 1844 El Yazmaları’nı okumamasına karşın (çünkü kitap Marx hayattayken basılmadı. İlk olarak 1929’da Ruşça basıldı. Almanca orjinal basımı 1932’de gerçekleşti) 1923 gibi erken bir tarihte kaleme aldığı Tarih ve Sınıf Bilinci adlı çalışmasında, iyi bir Kapital okuyucusu olarak ve yüksek sofistikasyon gücüyle “şeyleşme” adını verdiği teoriyi geliştirdi. Meta fetişizminden/ yabancılaşmadan hareketle bu kavramı bir manada aktüelleştirerek, yabancılaşmanın insan ilişkilerindeki biçimlenişi tanımlamak için “şeyleşme” kavramını kullandı. Fetişizm kavramını ise insanın metalarla kurduğu ilişkileri tanımlamak doğrultusunda analiz etti.
Şeyleşmenin sınıf bilincini körelttiğinin üzerinde duran Lukacs, şeyleşmenin aşılmasıyla ancak sınıfın tarihsel özne olarak rol oynayabileceğini vurguladı. Sınıf bilincinin oluşmasında gündelik bilincin aşılması gerekliliğinin altını çizen Lukacs, bu noktada devrimci komünist partinin rolü üzerinde durdu. Yaşadığı ve eğitim bakanı olarak görev yaptığı Macar Komünü deneyimine (ve 1905-1917 Sovyet deneyimlerine) dayanarak işçi Sovyetlerinin geleceğin inşasında ve sınıfın muktedir oluşundaki özel rolü üzerinde durdu.
Aslolan praksistir
Toparlarsak, yabancılaşma/ meta fetişizmi kavramları aktüel kapitalizmi anlama, işleyişini kavrama ve onun ruhunu çözmede bize muazzam bir teorik zemin hazırlamaktadır.
İşçi sınıfının bir sosyal anafor haline dönüşmesi ve farklı anti- kapitalist alanların rezonansa girmelerinin nesnel zeminleri sınıfın ve tüm ezilenlerin bedensel, ruhsal ve zihinsel prangalarının farkına varmalarıyla mümkün olacaktır. Ancak hareket ederlerse tutsaklık zincirlerinin seslerini duyabilirler. Bundan dolayı aslolan praksistir, aslolan bilinçli insan eylemidir. Praksis aynı zamanda gündelik hayatın eleştirisinden başlayarak, burjuva toplumunun genel bir eleştirisinin yapılması demektir.
*Alıntılar Marx’ın 1844 El Yazmaları ve Kapital I. Cilt’ten yapıldı.