4 kişilik bir ailenin açlık sınırının 14 bin 26 liraya, yoksulluk sınırının 45 bin 687 liraya yükseldiği, ortalama ücret haline gelen asgari ücretin 11 bin 200 lirada kaldığı ve taş çatlasa 15 ya da 16 bine yükseltilmesinin tartışıldığı bu günlerde sıvasız evlere bir kez daha bayraklar asıldı. Tarihin her döneminde olduğu gibi yanı başımızdaki savaşın da çıplak bir sınıfsal muhteva taşıdığını gösterircesine…
Zenginler planlıyor, milliyetçilik başta olmak üzere çeşitli duyguları kışkırtarak planladıkları savaşa fakirleri sürüyor, akan kanlarını da yeni savaş ve düşmanlıkların yakıtı niyetine kullanıyor! Öncesi bir yana, burjuvazinin tarih sahnesine çıkıp milliyetçiliği önemli bir ideolojik hegemonya aracı olarak kullanmayı öğrendiği günden beri bu kural değişmiyor. İlk büyük emperyalist savaş döneminde bunun üzerinden kurulan hegemonya o raddeye geliyor ki, kendilerini sosyalist olarak tanımlayanlar bile savaş tamtamları altında oluşan toplumsal ruhu “ulus olmanın, bir ulusun yurttaşı olmanın en üst düzeyde hissedildiği anlar” olarak tanımlayabiliyor.
Bu en kullanışlı hegemonya aracı süreklileşmiş şekilde kanla parlatılırken işçiler açlık sınavına çekilmeye devam ediyor. Sadece açlık sınavı da değil, sömürünün en dizginsiz biçimlerine boyun sunmaları isteniyor.
Özak Tekstil bunun aynası olan son örnektir. Aynı zamanda bir zamanlar ağalar, bezirgânlar, din tacirleri üzerinden hâkimiyet kurulan/kurulmaya çalışılan Kürt emekçi sınıflarının işçileşen bölükleri için tasarlanan sömürü cehennemin prototipidir.
Günde 20 saat çalışmadan tutalım da kapitalist sömürünün “hadi, hadili” tüm biçimlerinin aynı anda kullanıldığı bir prototip… Bu laboratuvarda kadın işçilerin tacize maruz kalması da var; ataerkinin en hoyrat biçimde kullanılması, kadınların şantaj yöntemleriyle aileleri üzerinden sömürü çarkının sessiz köleleri olarak zincirlenmesi çabası da…
Kaderleri üzerine söz söyledikleri anda başlarına nelerin geldiğini hep birlikte gördük: Valilik yasağına jandarma saldırısı eşlik etti. Defalarca gözaltına alındılar. Tercih ettikleri sendikanın başkanı tutuklamaya sevk edildi. Müftülük bile yağmurda sığındıkları camiyi kapatabildi. Sanayi bölgesinin tüm patronlarının kolektif çıkarları, zor aygıtı olan devlet ve ideolojik aygıtlarınca fütursuzca icra edildi. Sebep: Bir patron sendikası olan Öz İplik-İş’ten istifa edip Birleşik Tekstil Dokuma ve Deri İşçileri Sendikası’na (BİRTEK-SEN) geçmeleri! Yani sömürünün en acımasız biçimleriyle kurulan çarka çomak sokmak için doğrulduklarını göstermeleri.
“Sıvasız evlerde” yoksulluğa ekmeğin katık edilmesiyle büyüyenlerin kapitalizm tarafından yazılan “kaderlerini” reddetmeye yönelmeleri kadar öfke duyulacak başka bir şey olabilir mi? O evlerde büyüyenler ya bu çarka itirazsız boyun eğmeli ya da bu çarkın dönmesi için milliyetçiliğin-şovenizmin savaş arabasına koşularak sürüldükleri cephelerde kanlarını akıtmalıdır. Dökülen o kanların nelere nasıl harç yapılmaya çalışıldığınıysa hep birlikte görüyoruz.
Bu çarkın bu denli kolay dönebilmesi karşısında isyan edesi geliyor insanın. Kolaylaştırıcı aktörlerden birinin işçi ve emekçilerin en azından ekmeklerini büyütme kavgasının hakkını vermekten imtina eden sendika bürokratları olduğunu görmezden gelebilir miyiz? Özak Tekstil direnişi ya da asgari ücret tartışmaları sırasında bu bürokratların sergilediği tutumlar bile bu açıdan çok şey anlatıyor. Düşünün ki BİRTEK-SEN Genel Başkanı Mehmet Türkmen’in iki işçiyle çıktığı TV programı öncesinde “DİSK onu attı” denilerek program yapılmamasını isteyecek denli düşkünleşme içine girebiliyor bu bürokratlar. Ya da Asgari Ücret Tespit Komisyonu toplantılarına milyonlarca işçiyi temsilen katılan Türk-İş’in tepesine çöreklenmiş bürokratlardan biri patronlar ve devleti karşısında el pençe divan dururcasına “biz rakam telaffuz edemeyiz” diyebiliyor. Daha tartışmalar başlamamışken “pazarlığı” açlık sınırıyla açan bu şebeke daha sonra hiçbir kırmızıçizgisinin olmadığını söyleyebiliyor. Ona göre kırmızıçizgi de açlık-yoksulluk sınırı da boş laf!
Anlayacağımız işçi sınıfının ücret hakkı için bile onurlu bir mücadele yürütecek asgari bir sendikal tutarlılıktan uzak bu bürokratlar milyonlarca işçinin tepesine çöreklenmiş durumda. Onlar orada durdukça milyonların o sıvasız evlerden çıkıp sömürü çarkına sessizce boyun sunmasıyla kurulan sınıfsal denge devam edecek! Onlar orada durdukça o sıvasız evlerden çıkıp kendilerinin olmayan bir savaş için cephelere sürülenlerin kanları daha da çok akacak.
Sıvasız evlerin bu döngüye rıza göstermesinin de bir sınırı olduğunu tarihten biliyoruz. O sınırı yakınlaştırmak için daha fazla Özak direnişine daha fazla örgütlenme ve mücadeleye ihtiyaç olduğunu bildiğimiz gibi…