M. Ender Öndeş
1 Mayıs sonrasında yine geldik aynı yere… Ömrümün yarıdan fazlasında yüzlerce kez tanık olduğum, daha doğrusu maruz kaldığım şu aptalca tartışma: Devrimci bir atılım, baskıyı artırır mı geriletir mi? Sokağa çok çıkarsak üşütüp hasta mı oluruz, beynimize daha fazla oksijen mi gider?
Önce şu: Maalesef çok can sıkıcı bir mekândan, evden izlemek zorunda kaldığım son 1 Mayıs bize ne gösterdi?
Bir defa çok fena gururlandım. Kendimi -herhangi bir grup ayırmaksızın- naçizane bir parçası olarak gördüğüm devrimci hareket, en kör zamanlarda bile ortaya ciddi bir performans, ayrıca iyi bir eylem zekâsı koyabildiğini gösterdi. Evet, on binler değildi belki ama her köşeden, her sokaktan fırlayan o çocukların yarattığı moral gücünü dünyalara değişmem. Bunu yapmayanları tartışmam; yapmayan yapmaz. Ama onca yılda bildik öğrendik ki, bu ülkede bütün kazanımlar böyle elde ediliyor, yasaklı alanlar dâhil. Kadınlar adliyeleri miting alanına çevirmese bu ülkede bir tane kadın katili ceza almaz; öğrenciler süpürüp atmazsa o çakma rektör yerinden kımıldamaz; Migros işçileri kapısına dayanmadıkça Özilhan’ın uykusu bile bölünmez; İkizdere dağın başında horon kurmasa Cengiz cümle Karadeniz’in tapusunu üstüne geçirir; Kürtler vidalarını bir gevşetseler Newroz alanlarına TOKİ dikerler. Hiç öyle ajitasyon filan değil. Bunlar çok net. Sosyal medya diliyle söylersek, kesin bilgi! Kesin, çünkü binlerce kez test edildi. Kimse de öyle “ama kitleler…” diye söze başlamasın; onca yıldır bu konular üzerine okumadığım şey kalmadı, hiçbirinde “Ya kitlelerle yürü, ya sırt üstü yat” diye bir cümleye rastlamadım.
***
Baskı meselesine gelince. O başka bir konu. Mantığı basit. Ustası söyledi geçen gün: “Saray istiyor ki sokağa çıkalım, kitleleri harekete geçirelim, çok sayıda insan hayatını kaybetsin. OHAL ilan edip parlamentoyu kapatmak ve devleti böyle yönetmek istiyor.”
Şematik hale getirebiliriz:
A) İnsanlar sokağa çıkıyor,
B) Polis onlara saldırıyor,
C) Ölenler oluyor,
D) OHAL ilan edilip kutsal sandık rafa kaldırılıyor.
Öyleyse? Öyleyse, sokağa filan çıkmıyoruz, muhayyel bir seçim tarihini bekliyoruz ve nihayet o büyük gün geldiğinde oylarımızla hepsini eşek sudan gelene kadar dövüyoruz! Sonra, eyooo! Havai fişekler!
Peki, bir iktidarı sona erdirmenin tek ama tek yolu sandık mıdır? Tuhaf şey, bu aralar “hesap soracağız”la başlayan en radikal söylemler bile artık çoğu kez, “ilk seçimlerde” diye bitiyor. E neyse, tamam, sandık olsun, eyvallah ama o seçimin nasıl yapılacağı, o sandığın halkın iradesini nasıl yansıtacağı konusu da bugün yaşadıklarımız ve yaşayacaklarımız tarafından belirlenmeyecek mi? Parti binasına bir pankart bile asamadığın koşullarda nasıl bir seçim olacak o? Meclis’in üçüncü partisinin kapatıldığı bir ülkede sandık çok mu güvende olacak? Hiçbir yasayı ve uluslararası kurumu takmayan bir kafanın seçim hukukunu takacağı ne malum?
Aslında bunlar da ayrıntı. Temel soru ise şu: Bir iktidarın halka karşı kullandığı şiddetin kırılması ya da azaltılmasının, hadi iyice yumuşatarak söyleyeyim, bu şiddet mekanizmasının hiç olmazsa bir ölçüde ‘yasallık’ çerçevesine çekilmesinin yolu, o mekanizmanın önünden çekilip yolunu açmak mıdır, yoksa tam karşısına dikilip bedeli neyse ödemek mi? Bu soru, yalnızca genel olarak değil, her tekil olayda da, örneğin İkizdere’de de, Taksim’de de yanıtlanması gereken bir sorudur ve hiç öyle demagojiyi kaldırmaz. Ya birini ya da öbürünü yaparsınız. Bu kadar yalın.
***
Bu arada, yukarıdaki sözlerin sahibinin (Kılıçdaroğlu) “Peki kitlenin böyle bir talebi varsa?” sorusuna verdiği yanıt da pek güzel: “Kimin böyle bir talebi var bilmiyorum. Ama herkes bunu kafasından silsin.”
Asıl büyük ‘tehlike’ de bu işte! Ya silmezlerse? Ya herkes balık hafızalı değilse?
1 Haziran 2013’te milleti tutamayıp o saçma sapan Kadıköy mitingini nasıl iptal etmek zorunda kalmıştın da Boğaz köprüsü yol olmuştu, bildin mi?