M. Ender Öndeş
İlk bakışta her şey şöyle görünüyor sanki: Afganistan’da Taliban ordusu bir barbar kavim gibi milleti kılıçtan geçirerek yürüyor, önünden kaçanlar da yığınlar halinde Türkiye’nin sınırlarından içeri giriyor. Ama bu gerçeğin tamamı değil. Evet, son bir ayda bir yoğunluk var ama aslında Afgan göçü 2016’dan bu yana katlanarak devam eden bir durum. Hayatlarında bir tekstil atölyesinin kapısından içeri şöyle bir bakmamış olanlar sosyal medyada ne görüyorlarsa onunla yetiniyorlar.
Ama bir gerçek var. Türkiye, son 10 yılda büyük ölçüde AKP’nin yayılmacı/saldırgan politikalarının sonucu olarak gerçekten de akıl almaz sayıda bir ‘mülteci’ akınına uğramış durumda. Kayıtlısı kayıtsızı yaklaşık 4 milyonu bulan Suriyelilere diğerleri eklendiğinde sayı 6 milyonu geçiyor. Bu sayı, toplam nüfusun yüzde 4.5’una denk düşüyor ki, Kilis, Hatay, Antep, gibi kentlerin bazılarında bu oran yüzde 40’a kadar varıyor. Yaş ortalaması da 20’lerde gezen bu nüfus, doğal olarak hayatta kalmak için her işe razı muazzam bir topluluk anlamına geliyor.
Bütün bunlar realite. Açık seçik, önümüzde duruyor. Bir başka realite de, özellikle Avrupalıların AKP iktidarıyla kurduğu iğrenç rüşvet mekanizması. AKP, bu mekanizma üzerinden içeride ve dışarıda kendisine bir hareket alanı sağlıyor.
Uzatmaya gerek yok, bilinen şeyler.
Asıl tartışma konusu, bu gerçeklik karşısında bizim ne yapacağımız.
İlkelerimiz var, tamam. İyi ki de var. Milliyetçi fırtınaya kendini kaptırıp sokaklardaki ateşe benzin döken ‘solcu’ları gördükçe midemiz bulanıyor.
İlkelerimiz var. İlke, çoğu zaman bizde ‘duruş’ kavramıyla eş anlamlı kullanılıyor. Olabilir. Bir sakıncası yok. Duruş, adı üstünde, bir mevzuda sizin durduğunuz yeri tanımlıyor ve aslında daha geri gidilemeyecek bir sınır çizgisini işaretliyor. Irkçılığa karşı amasız fakatsız net duruş, her bakımdan değerli; akıntı ne kadar güçlü olursa olsun ben bu durduğum yerden ayrılmayacağım ve ırkçı hezeyana kapılmayacağım diyorsunuz.
Güzel. Ancak, sıkıntı şurada: Sadece ilke (ya da ‘duruş’) hayatın önümüze çıkardığı problemleri çözmeyebiliyor. Tamam, bazen, o an itibarıyla çözmesi de şart değil. Liebknecht 1914’te savaş oylamasında tek başına hayır oyu verdiğinde durum değişmedi ama yine de yapacağını yaptı. Söylemek istediğim şey bu değil. ‘Duruş’ ile ‘hareket’ arasındaki farktan söz etmek istiyorum asıl. Az önceki örnek üzerinden gidersek yine, Liebknecht o oyu verdikten sonra evine gidip oturmadı. 1918-1919 Alman devrimine giden yoldaki rolü biliniyor. Yani, politik örgütler, devrimciler, sosyalistler ve ayrıca örneğin sendikalar, belli konularda (ırkçılık dahil) ilkelerini açıklamakla yetinemezler. Irkçılığı körükleyen politikaları da kınayabilirler mesela ama asli işleri bu değildir. Kendilerini atfettikleri görev tanımı gereği onlar, anlık olarak ellerinden geliyorsa eğer bu saldırıları fiziki olarak engellemek, daha uzun vadede de ırk, dil, din tanımaksızın yoksulları ve ezilenleri örgütlemek ve birleştirmekle yükümlüdürler. İşin bu bölümünde sadece Türkiye’de değil, genel olarak dünyada da parlak durumda olmadığımız açık. Sendikaların ‘yerli’ işçi sınıfının bile ancak yüzde 14’ünü örgütlediği bir ülkedeyiz ki, bu kesimin de büyük çoğunluğunun ağır bir sağ/ulusalcı renk taşıdığı bilinmeyen şey değil. Yani, milyonlarca göçmen işçi, hâlihazırda sendikaların ilgi alanına girmiş değil. Geçtim göçmen işçileri, genel olarak güvencesiz emek alanları da zaten büyük sendikaların kapsama alanı dışında; bu alanda son süreçte hangi olumlu iş yapılmışsa orada bağımsız küçük sendikaları ya da yerel yapılanmaları görüyoruz. Bu konuda benim bildiğim tek olumlu örnek, geçtiğimiz yıllarda Adana ve Antep’ten başlayan Saya işçileri direnişinin Suriyeli işçileri de kapsaması ve hatta eylem sürecinde iki dilde açıklamalar yapılmasıydı. Orada da sendikalar yoktu zaten, eylem, komiteler ve derneklerle yürümüştü.
Devrimci politik örgütlerin, partilerin durumu ise biliniyor. En kitlesel olanı HDP de dahil olmak üzere herhangi bir politik yapının bünyesinde, sempatizan olarak bile örneğin bir Suriyeli ya da Afganın yer aldığını en azından ben duymadım; istisnai örnekler varsa, bilmiyorum.
Bu tablo, 6 milyon mülteciyi barındıran (ve kapitalist işleyiş gereği göçmenleri ‘ücret düşürücü’ pozisyona yerleştiren) bir ülkede son derece tehlikeli bir duruma işaret ediyor. Negri, göçmenlerin devrimci potansiyeli üzerine ne derse desin, böyle giderse olacak olan, mülteci topluluklarının gitgide içe kapanması, kendi şiddetini (ve doğal olarak kendi yeraltı dünyasını, mafyasını, vb.) örgütlemesi ve işlerin iyice çığırından çıkmasıdır. Neticede kimsenin eli armut toplayacak değildir; önce savunma, sonra kapanma ve sonra pis işler ve sonra da bu pis işleri ilk kez göçmenlerin icat ettiğine iman etmiş ‘yerli’lerin yeni nefret ve şiddet dalgaları…
Ulusalcıların meşhur ve aptalca “Suriye gibi olacağız” paranoyasını bir yana koyalım, tamam. Ama açıkçası ufukta görünen manzara da pek parlak değil gibi. Politik örgütlerin ve sendikaların gücünde ve mantalitesinde bugünden yarına büyük bir radikal değişiklik beklemiyoruz belki ama gerçekten risk giderek büyüyor. Daha kötüsü, düzen muhalefeti de ırkçı söylemi, aklınca iktidarı yıpratmak için bir manivela olarak kullanma derdinde ve bu sorunu daha da karmaşıklaştırıyor.
Ne yapılabilir sorusunun tam karşılığını ben de bilmiyorum. Ama şunu biliyorum en azından: İnsan hakları savunuculuğu kıymetli bir şey, tamam. Lakin politika ile aynı şey değil. Öncelikle bu ayrımı, ‘duruş’tan ‘hareket’e nasıl geçebileceğimizi düşünmekle işe başlayabiliriz sanki.