Geçtiğimiz dört gün boyunca Diyarbakır’ın Lice ilçe kırsalında orman yangınları yaşandı. Yangının bölge halkının çabaları ile tamamen olmasa da kontrol altına alındığı belirtiliyor. Burada dikkat çeken en önemli olgu ise yangına devlet yetkililerinin sadece seyirci kalmasıydı. Türkiye’nin dört bir yanında rantsal amaçlı çıkan yangınlarda da gecikmeler nedeniyle yangınların büyüdüğünü gösteren birçok örnek mevcut. Ancak her şeye rağmen helikopterler, yangın söndürme araçları, ararözler, kepçeler vb. birçok aracın bu yangınlara yönlendirildiğini görür ya da basından okuruz. Ancak Kürt coğrafyasında yaşanan yangınlarda nedense benzer görüntülere ve açıklamalara rastlamayız.
İddialara göre bölgede ortaya çıkan orman yangınları askerin ateşli silahlarla ormana doğru ateş açması veya bizzat ormanı ateşe vermesiyle yaşandığını birçok basın organında görüp okumaktayız. İddialar dedik çünkü bugüne kadar yargılanan herhangi birini görmüş ya da duymuş değiliz. Ancak görebildiğimiz kadarıyla devlet organları bölgede çıkan yangınlara müdahale etmiyor. Etmedikleri gibi birçok yangına halkın müdehale etmesini de engelledikleri biliniyor. Bu tutum açık bir çifte standartı ortaya koyuyor. Aynı tarihte Siirt’in Şirvan ilçe kırsalında yaşandı. Dersim, Hakkari, Bingöl, Siirt, Diyarbakır, Van, Ağrı gibi illerde uzun yıllardır aynı yaklaşımı izliyoruz. İnsan kendi kendine sormadan edemiyor; Bu çifte standart neden?
Savaşlarda bazı askeri taktikler vardır. Bu taktiklerden birisi de ‘yakıp yıkma taktiği’dir. Bu taktik ‘düşmana’ faydalı olabilecek her şeyin tahrip edilip kullanılamaz hale getirilmesine dayanmaktadır. 1977 Cenevre Sözleşmeleri’nde yasaklanan bu taktik halen dünyanın birçok yerinde uygulanmaktadır. Bu sözleşmeyi imzalamamış olan ülkeler ise dikkat çekici; ABD, İsrail, İran, Pakistan, Türkiye ve Irak. Niçin böyle bir sözleşmeye imza atmadıkları bize anlaşılmaz gelebilir. Peki Türkiye düşman topraklarda mı hareket ediyor? Elbette değil, kendi sınırları içinde niçin böyle birşey yapsın ki diye düşünüyor insan.
Ancak diğer yandan bakınca binlerce Kürt siyasetçi cezaevlerine doldurulmuş durumda. İpe sapa gelmez nedenlerle sevgili Selahattin Demirtaş cezaevinde adeta rehin tutuluyor. Peki bir siyasetçi neden rehin tutulur ki? HDP’li belediyelere yıllardır gerekçesiz olarak kayyum atanırken, Meclis’te yok hükmünde muameleye tabi tutuluyorlar. Burada mevcut iktidarın bir karın ağrısı olduğu belli ama sıradan yurttaşın İzmir’de yaşanan bir yangına gösterdiği tepkiye benzer bir tepki niçin Kürt coğrafyasında yaşanınca ortaya çıkmıyor?
Tüm dünyada süren kapitalist sömürü düzeninin bir izdüşümü biraz daha ileriden Türkiye’de yaşanıyor. Bu kapitalist sömürü düzeninin ortaya çıkardığı temel çelişkileri karartmak ve görünmez kılmak adına toplumu bölmek sistem sürdürücülerinin ilk başvurduğu yöntem olduğu bilinir. Bertolt Brecht’in “Yuvarlak Kafalılar ve Sivri Kafalılar” oyunu bu duruma çok güzel bir örnek teşkil ediyor. Oyunda Luma adlı bir ülkede ‘Tak’ ve ‘Tik’ halkından söz edilir. Halkın dayanılmaz yoksullukları, toprak ağalarına olan borçları ve vergiler köylülerin “orakçı isyanı” olarak nitelenen isyanı, devleti yönetenleri artık yönetemez hale getirir. İberin adında bir danışman ortaya çıkarak, Luma devletinde yoksul ile zengin arasında yaşanan bu iç savaşa çare bulduğunu iddia eder. Luma ülkesinin asilleri, temiz ve yürekli insanlar olarak ‘Tak’ halkını gösterir. Ve bu ‘tak’ların kafası yuvarlaktır. Vatansızlar ve art niyetlileri ise sivri kafalı ‘Tik’ler olarak belirler.
Oyun bu içerikte sürerken biz ve ötekiler olgusu aktarılır. Ülkede kralın ve zenginlerin çıkarları ‘biz’ köylülerinki ise ‘öteki’ olmuştur. Brecht bu oyunda iktidarların her zaman kendilerine bir öteki yaratma ihtiyacını ortaya sermektedir. İçinde yaşadığımız Türkiye coğrafyasının en önde gelen ‘öteki’si Kürtlerdir. Kendini ‘tak’ yani ‘biz’ zanneden azımsanmayacak sayıda yurttaş da, devletin ‘ötekini’ yaratma sürecine eklemlenerek İzmir’de çıkan yangına farklı, Kürt coğrafyasında çıkan yangına farklı yaklaşabilmektedir.
Pablo Neruda’nın ‘İnsanlarla yüz yüze konuşarak her sorunu halledebilirsin; ama bazı insanlar gelir önüne, hangi yüzüne konuşacağını bilemezsin’ der. Maalesef bu yüzlerle her gün karşılaşmaktan bıktık usandık artık. ‘Öteki’ mi, yoksa devletin ‘bizi’ mi? olacaksın karar ver, çünkü her ikisi de olamazsın. Murathan Mungan’ın şiirinden bir alıntıyla bitirelim: Ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın…