Suriye, İran ve Türkiye’de yeni şekillenme ve çatışmalar kaçınılmaz gibi görünüyor. ‘Ya çatışma ya teslimiyet’ ikilemine sıkıştırılan yerel güçlerin iktidar savaşlarının dışında halkların ortaklaşabileceği bir ‘bahar’ın gelmesi ihtimali ise üçüncü bir yol olarak duruyor.
Zeynep Kızılırmak/Haseke-Jinnews
Tanımı bile egemenlerin tarifine göre yapılan “Ortadoğu”da, iki yüzyıllık hesapların yeni bir aşamasına geçildiğini söylemek abartı olmasa gerek. Bu hesabın en kanlı ve en derin işlediği yerlerden biri kuşkusuz Suriye.
Ortadoğu’da hegemon güçler ile ulus-devletçiliğin beslediği tekçi yapıların kırılma noktasını oluşturan savaş, yıkım ve ölüm getirdi.İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin (SOHR) verilerine göre, Mart 2018 itibarıyla 9 yıllık iç savaşta 106 bini sivil, 353 bin 900 kişinin ölümü belgelendi. Bu sayılara kaybolan ve öldüğü sanılan 56 bin 900 kişi dahil değil.Kuruluş, 100 bin kişinin ölümünün belgelenmediğini tahmin ediyor. Ve 4 milyondan fazla kişitopraklarını terk etti. 2011’de başlayan iç savaş ve çatışmalarda vekalet savaşlarının sonuna gelindi. Şimdi sahada asıl güçler, bir yandan pazarlık masasında işleri kızıştırırken, sahada ise son savaşlarını veriyor gibi görünüyor.
Çöküş Derazor’da başladı
İç savaşla birlikte sahaya sürülen IŞİD’in Kobanê ile başlayan çöküşü, son olarak Derazor’da yürütülen büyük savaşla Demokratik Suriye Güçleri (DSG)tarafından bitirildi. Bitirildi derken, hala DSG/YPG/YPJ güçleri tarafından yakalanıp şimdilerde Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi tarafından cezaevinde tutulan binlerce IŞİD üyesi ve kamplarda kalan 30 binden fazla sempatizanın geleceği ayrı bir tartışma konusu.
Uluslararası mahkeme
Zira bunları geldikleri ülkeler kabul etmiyor/etmek istemiyor.Kuzey Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin elindeki verilere göre, 70 bine yakın kişi cezaevi ve kamplarda tutuluyor, bunlardan 30 bini ise kadın ve çocuk. Dünyanın 27 ülkesinin uyruğuna mensup bu sayıdan sadece 220’si ülkelerine teslim edildi. Bu nedenle önümüzdeki günlerde Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetim bünyesinde kurulacak uluslararası bir mahkemede yargılanmaları için girişimler de devam ediyor. Aslında bu mahkemenin kurulması ve IŞİD’lilerin uluslararası bir mahkemede yargılanması Suriye’de savaşın destekçi ve finansörlerini deşifre edecek bir yön taşıyor.
Rus-Türk düğümü: İdlib
2014’te sahneye sürülen IŞİD’in kısa sürede Ortadoğu’da estirdiği korku ikliminin sona erdirilmesi kuşkusuz büyük bir başarıydı. Ancak DSG yetkilileri, 23 Mart’ta Derazor’un Baxoz kasabasında IŞİD’in alan hakimiyetini bitirdikten sonra; “Saha hakimiyeti bitmiş olabilir ama IŞİD’le mücadelemiz sürecek” açıklaması yaptı. Suriye’de Astana ve Soçi’den sonra Rus-Türk saha ittifakının ortaya çıkardığı bir başka düğüm ise El Nusra’nın isim değiştirmiş hali Heyet Tahrir-ü Şam (HTŞ) dahil Türkiye’nin denetimindeki grupların hakim olduğu İdlib. Rejim, Suriye’nin en büyük vilayetlerinden olan İdlib’e yönelik geçtiğimiz günlerde kurtarma hamlesi başlattığını duyurdu. Hama’nın kuzeyinde birçok köy ve kasaba ele geçirildi ancak ardından ABD ve Rusya arasında kapalı kapılar ardından yapılan pazarlığın görünen yüzünde Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve ABD Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey arasındaki yapılan görüşmenin ardından ilerleme durdu.
Pazarlık ve dengeler
Görünen o ki bir anlaşma çerçevesinde İdlib’deki savaş biraz daha ertelendi. Türkiye’nin 15 gözlem noktası ile “ılımlı muhalif” dediği himayesindeki grupları gözettiği İdlib’in geleceğine ilişkin hazırlanan plan önümüzdeki günlerde netleşecek gibi. Türkiye’nin Soçi’de varılan mutabakatı yerine getirmediğine dair defalarca açıklama yapan Moskova yönetimi, S-400’ler karşılığı göz yumduğu Türkiye’yi önümüzdeki günlerde daha da sıkıştıracak görünüyor. Türkiye’yi bir diğer yandan ise ABD, F-35’lerin alımı konusunda zorlayacak. Tabi biz görünen yüzünde meseleyi “S-400/F-35” olarak okuyaduralım, işin iç yüzündeki pazarlık ve dengeler, küresel hegemonyanın sömürü alanları yaratmak için kurduğu dengeler ile ulus-devletlerin ömrünü uzatmak için kurduğu oyunların ortaya çıkardığı çekişmenin kendisine işaret ediyor.
İran odaklı hesaplar
Suriye’de vekalet savaşları son demlerini yaşarken yıllardır bilinen ancak son bir ay içinde kızışan İran’a yönelik olası müdahale senaryolarını Ortadoğu’nun geleceği üzerindeki planlarla birlikte okumakta fayda var. Perde önünde İran’a yönelik yaptırımların artırılması arkasında Suriye dahil Irak, Yemen, Lübnan başta olmak üzere Şii nüfusun olduğu birçok ülkede İran’ın etki alanlarını daraltmaya ve kıskaca almaya işaret ediyor. Bu nedenle Suriye’deki siyasi gelişmeler giderek İran odaklı yoğunlaşmaya başladı. ABD Başkanı Donald Trump’ın İran ile nükleer anlaşmadan çekildiğini duyurmasıyla başlayan gelişmeler, yeni adımlarla sürüyor.
Ortadoğu krizinin mimarları
5 Kasım 2018 tarihinde ağır ekonomik yaptırımları öngören paket açıklandı. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 8 ülkeye muafiyet sağlandı. Ancak 2 Mayıs itibarıyla devreye giren ikinci paket yaptırımlarda muafiyet istisnası kaldırdı. Ortadoğu’da ulus devletçiliğin yarattığı krizin mimarı Türkiye ve İran ikilisidir.İran, izlediği mezhepçi politikalarla Ortadoğu’nun birçok ülkesinin iç sorunlarına müdahil oldu. Fay hattı olan mezhepçilik üzerinde harekete geçirilen paramiliter güçlerle kaotik durum üzerinden varlığını sürdürmek, stratejisinin önemli bir ayağı oldu. Suriye topraklarında asıl savaşan güçlerden birinin İran’ın paramiliter güçleri olduğu herkesin malumu. ABD’nin önümüzdeki günlerde yapacağı hamlelerle bu güçleri Suriye’den çıkmaya zorlayacağı ve Şii etki alanını daraltmayı esas alacağı aşikar.
Yenilikler kaçınılmaz
İran Devrim Muhafızları’nın ‘terör listesine’ alınması bu adımların önünü açtı. Suriye’de önümüzdeki haftalarda İran’a bağlı milis güçlere yönelik askeri adımların gelmesi olası gelişmeler arasında. Rusya’nın İran’la ortak olmalarına rağmen yaşadığı çelişkilerin çoğalması ve İsrail’in son günlerdeki tutumu İran’ı bir sıkışmaya doğru sürükleyecek gibi görünüyor. Suriye,İran, Türkiye ön planda olmak üzere, coğrafyada önümüzdeki günlerde yeni şekillenmeler ve yeni çatışmalar kaçınılmaz gibi görünüyor. Bazen ekonomik, bazen iç savaş, bazen dıştan dayatılan savaş ile bölgede ulus devletlere değil aslında halklara düşman bir politika güdüldüğü su götürmez bir gerçek. Hegemonyanın iki yüzyıllık dizayn politikaları ulus devletçilikte ısrar eden ve halkları yok sayan faşizan tekçi mezhepçi yapılar nedeniyle bölgeyi müdahale ve çatışmaya açık hale getiriyor. “Ya çatışma ya teslimiyet” ikilemine sıkıştırılan ve havuç-sopa ile terbiye edilmeye çalışılan yerel güçlerin iktidar savaşlarının dışında halkların ortaklaşabileceği bir “bahar”ın gelmesi ihtimali her zaman üçüncü bir yol olarak duruyor.