Önceki gün hayatını kabeden sosyolog Immanuel Wallerstein, Kürt sorununu ‘Dört temel çelişki’ dediği ‘Egemenlik’, ‘Ulus Devlet’, ‘Demokrasi’ ve ‘Kapitalizm’ başlıkları altında değerlendirmişti.
Hayatını kaybeden dünyaca tanınan önemli sosyal bilimcilerinden Immanuel Wallerstein, Kürt sorunuyla ilgili gelişmeleri yakından takip ediyordu. PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın “Türkiye’de demokratikleşme sorunları, Kürdistan’da çözüm modelleri (Yol Haritası)” adlı kitabının İngilizce baskısına önsöz yazan ve geçtiğimiz günlerde bu önsözü Aram Yayınevi’nden çıkan “Özgür Yaşamı İnşa Diyalogları” adlı kitapta da yayımlanan Immanuel Wallerstein, Kürt sorununun dünya-sistemi işleyişindeki dört ayrı çelişkisine dikkat çekiyor.
‘Yol Haritası’ için önsöz
Immanuel Wallerstein, “Yol Haritası için önsöz” başlıklı yazısı söyle:
“Yol Haritası, Türkiye’de Kürt sorununun çözümü için bir öneri sunmaktadır. Fakat bununla birlikte, tartıştığı özgün jeo-tarihsel sorunlardan çok daha genel ve kapsamlı olan sorunları da gündeme taşımaktadır. Bana öyle geliyor ki; derinliğine incelendiğinde, bir kapitalist dünya-ekonomisi olan modern dünya-sisteminin işleyişinde dört ayrı çelişki bulunmaktadır. Bunlar:
1. Devletlerin egemenlik arayışı
2. Tüm devletlerin birer ulus olmaya kenetlenmesi
3. Devletlerin demokratik olma talepleri
4. Kapitalizmin kendini dengede tutma yolları
Bu çelişkilerden her biri üzerine yeterince durmak, bir kitap uzunluğunda yorumlar yapmayı gerektirir. Ben, burada yalnızca bu konuları özetle dile getirebilmekteyim.
1. Egemenlik:
Modern dünya-sisteminin bir parçası olarak oluşturulan devletlerarası sistemin resmi yapısına göre, tüm devletler egemendirler. Teorik olarak egemenlik, devletlerin ne diğer devletlerin ne de devletin sınırları içinde bulunan kurumsal yapıların müdahalesi olmaksızın özerk bir şekilde kararlarını almaları anlamına gelir.
Elbette, bu teorik özelliklere bakılarak değerlendirildiği zaman, tek bir devletin bile bu egemenlik kriterlerini karşılamadığı görülecektir. Dolayısıyla bir devletin egemen olduğu iddiası sadece bir iddiaya ya da bir varsayıma dönüşerek, bazılarının diğerlerine göre bu kriterleri daha fazla karşıladığı ama hiçbirinin tamamıyla hepsini karşılamadığı gerçeği açığa çıkmaktadır.
Dahası, bunun iki yönlü bir iddia olduğunu, yani dışa doğru devletin sınırlarının ötesinde ve içe doğru devletin bünyesinde yaşayan gruplara yönelik gerçekleştiğini unutmayalım. Bir devlet kendini dışa doğru ne kadar az müdafaa edebiliyorsa, bir o kadar fazla ağırlığı da kendi içindeki egemenlik iddiasının erozyonuna karşı müdafaa etmeye vermektedir. Cumhuriyet Türkiye’si bu son kategoriye girmektedir. Elbette bu durum salt Türkiye ile sınırlı olmayıp, modern dünya-sistemindeki büyük çoğunluk için geçerlidir.
2. Ulus Devlet:
Devletlerin kendi sınırları içerisindeki kurumlara ve gruplara karşı egemenliğini muhafaza etmeye çalıştığı temel mekanizma, Jakobenizm olarak adlandırageldiğimiz yöntemdir. Jakobenizm çok basit bir şekilde tanımlanabilir. Öyle ki, iki temel noktası vardır. Birincisi, devletin tüm “vatandaşların” bir tek “ulusa” (bu ulus da tanımlanmıştır) üye oldukları talebidir. İkincisi ise, bu “ulusa” bağlılık, vatandaşın diğer tüm bağlılıklarının üstünde olduğu talebidir. Yani kısacası bu ulusa bağlılık; sınıf, toplumsal cinsiyet, dini grup, “etnisite”, kan bağı grupları, gibi devlet tarafından tanımlanan “ulus” kategorisi dışındaki tüm bağlılıklardan önce gelir.
Bu ulusal bağlılık durumunu yaratmak için yapılan baskı (ki bu daha sonra yurtseverlik etiketi de alabilir), devletin dışa dönük egemenlik iddiasını güçlendiriyormuş gibi görünürken; öte yandan çok bariz bir şekilde içe dönük büyük gerginlikler yaratır. Tüm gruplar, bu ulusal bağlılık talebi tarafından ikinci sınıf olarak görülmeye karşı direniş sergilerler. Ve bu direniş bazen hatta sıklıkla şiddet içeren bir hal alır.
Son bir kaç on yıldan beri Jakobenizm parıltısını yitirirken, birçok ülkede devletin kendisini “çok uluslu” olarak tanımlaması talebi ortaya çıktı. Çok ulusluluk birçok farklı kurumsal form alabilen bir tanımlamadır. Buradaki sorun, çok ulusluluğun “sınırlarını” ve kurumsal formlarını tanımlamakta yatmaktadır. Yani bir devletin yalnızca çok uluslu olması, sorunu çözmeye yetmemektedir.
3. Demokrasi:
Fransız Devriminin büyük miraslarından birisi de, “egemenlik” kavramını dünya çapında meşrulaştırarak, bunun ne bir yöneticiye ne de bir yasaya ait olmayıp yalnızca “halka” ait olduğuydu. Buradaki sorun ise, bu şekilde tanımlanan kavramın retorik olarak meşruiyeti olsa da, iktidar, ayrıcalık ve nüfuz sahibi olanları dehşete düşürmesidir. Dolayısıyla, mümkün olan her türlü yolu kullanarak bu iddiayı seyreltmek ve sulandırmak için uğraşırlar.
Yirminci yüzyılın sonlarına doğru gelindiğinde, “demokratik” olduğunu iddia etmeyen neredeyse hiç bir devlet kalmamıştı. Genellikle bu iddia, çok partili sistem ve ulusal seçimlerin var olduğu ile temellendirilmeye çalışılıyordu. Her bir kaç yılda bir bu tür seçimleri gerçekleştirerek ve temsili iktidarı dönüşümlü olarak programları açısından birbirinden çok da farklı olmayan partilere vererek halk egemenliği fikrini neredeyse tamamen tüketmek çok da zor değildir. Kişisel olarak, bazıları diğerlerine göre daha kötü olmalarına rağmen günümüzdeki hiç bir devletin benim demokrasi tanımıma denk gelen bir uygulama içinde olduğuna inanmamaktayım.
Demokratikleşme mücadelesi, geçtiğimiz yüzyılın son yarısından beri birçok grubun karar alma süreçlerine yönelik artarak yükselen gerçek katılım gösterme ısrarları doğrultusunda çok daha aktif ve acil bir hal almıştır. Bu çok olumlu bir gelişme olsa da, henüz çok daha başlangıcında olan ve hatta olması gerekenin yarısına bile varamamış bir eğilimdir.
4. Kapitalizm:
Bizim modern dünya-sistemimiz, sermayenin sonsuz birikimi dürtüsüne dayalı olan bir sistemdir. Bu kriter bağlamında, son 500 yıldan beri oldukça başarılı işleyen bir sistem olmaktadır. Sermayenin sürekli olarak büyümesi, devam edegiden konsantrasyon ve birikimcilerin merkezileşmesi olguları gerçekleşmektedir.
Her türden tüm sistemler gibi kapitalizmin de süreçleri, bazı düzenlilikler dahilinde dalgalanarak var olmaya devam eder. Bu dalgalanmaları, bir sitemin devirsel ritimleri olarak adlandırmaktayız. Sistem varlığını sürdürür çünkü bu dalgalanmaları yeniden dengeye, hareket halindeki dengeye gelmesini sağlayan inşa edilmekte olan mekanizmalar bulunmaktadır.
Yavaş yavaş ama durmaksızın bir şekilde bu süreçler asimptotlara doğru ilerler. Uzun devreli bu süreçler, dalgalanmaların denge noktasından çok uzaklara doğru ilerleyerek, kapitalist sistemin kendisini şimdiye kadar işler kıldığı görece istikrarlı ortamında daha fazla yaşamasına izin vermez.
Durum bu noktaya vardığı zaman, bu sistemin ölümcül krizi de başlar. Sistem çatallanır ve “kaotik” bir hale dönüşür. Bu saatten sonra artık mücadele, sistemin yaşayıp yaşamamasından ziyade, çatallanmanın hangi alternatif kolunun kazanacağı ve yerine geçecek sistemin temeli olacağı üzerine gerçekleşir. Biz şimdi tam da bu sistemsel geçiş döneminde bulunmaktayız. Kolektif “kararın” gerçekleşmek durumunda olduğu bir başka 20-40 yıllık mücadele ile karşı karşıya bulunmaktayız. Bu mücadelenin sonucunu tahmin etmek özü gereği imkansız olsa da, bizim bireysel ve grupsal etkinliğimiz yoluyla sonucu belirlemek oldukça mümkün olmaktadır. Olası bir sonuç, kapitalist sistemin en kötü özelliklerini yani en kötüsünden hiyerarşik, sömürücü ve kutuplaştırıcı özelliklerini tekrarlayan, belki de çok daha kötü bir kapitalist-olmayan bir sistem olabilir. Bir diğer olası sonuç ise, dünyanın şimdiye kadar bilmediği fakat oldukça da uygulanabilir olan görece demokratik ve görece eşitlikçi bir sistem olabilir.
Sonuç: Türkiye ve Kürt Toplumunun siyasi hareketinin yol açacağı faydayı, bu dört temel çelişki bağlamına oturtup analiz etmeksizin bir değerlendirmeye varamayız. Şöyle ki; Türk devletinin sürmekte olan kendi egemenliğini sağlamlaştırma dürtüsü; Türkiye’deki çoğunluk bir gücün Jakoben seçeneği yeniden dayatma saplantısı; aynı şekilde muhalif bir çoğunluğun da daha fazla demokratikleşmeye kenetlenmesi; ve bütün bu siyasal hareket türlerinin izleyeceği yöntemler; şu anda ölmeye mahkum olan kapitalist dünya-sisteminin yerine nasıl bir sistemin geçeceğini tayin edecek olan dünya çapında yürütülen mücadeleyi etkileyecektir.”