Tecritle Öcalan’a dayatılan şudur: Benim istediğimle görüş, benim istediğimi söyle. Yani hiçbir şey söyleme, beni vaaz eyle. Bunu yaparsan, sana istediğin şeyleri, sevdiklerinle görüşme, konuşma şansı veririm
Müslüm Yücel
Dil bir kefaret değildir, bir lütuf hiç değildir. Mevcut dünya dillerinden söz etmiyorum; bir insandan söz ediyorum, bir insanla ilgili yazmak, konuşmak bir dil öğrenme isteğidir; bir anda iki dil öğreniyoruz şimdi; ilki, tecrit edilmiş bir adamın dilidir, Öcalan’ın dilidir; bu erdemin dilidir; erdem, Yunanca arete’ye (erdem, af edici) karşılık geliyor, kişinin içten tam bağımsızlığı anlamına geliyor; ikincisi, iktidarın dilidir: iktidarın dili lakırdıdır; iktidar, her gün ekonomiden siyasete boş lafların uçurumundan aşağı düşüyor; sadece kendisi konuşuyor, sesten ayıklanıp gazetelere sinen sözleri de muharebeden öteye gitmiyor: Ötekini duymuyor; ötekini büyütmüyor, Heıdegger’in deyimiyle bu onu bir “söyleyici” yapıyor, dinleyicisi yok, söylenen bu yüzden “örtmeden” öteye gitmiyor ama lakırdıyla merakın tarikine hükmediyor, böylece kendinin ayartıcısı oluyor, bana da havfı (korku, endişe) dayatıyor: Bir şey değilim, hiçbir yerde değilim, halim bir tek beni açımlıyor, dünya içinde bir de tanım bulunuyor bana: Tekinsiz!
İktidarın dili ulusaldır, kutsaldır; ulusun dinidir, benim dilimse yereldir, bana verilen görev ona iman etmektir. Tut ki iman ettim, istenilen vicdandır; vicdan nedir? Vicdan, Allah diye tanımlanır dinlerde ve bu da bir şeyleri anlamamızı, duymamızı sağlamadır. Sağlama nedir; sağlama, şeyi, şeyleri açımlamadır. Sorun ne? Tecrittir! Ne bir şeyi anlama, anlatma ne bir şey sağlama ne de bir açımlama vardır. Vicdan için bir şeyler gereklidir: Celp (davet/ çağrı) sözün bir halidir, anlamamı sağlar, bu bir simge değildir, haktır; Kant, bu hakka, “mahkeme” diyor, burada, işte o ortaya çıkıyor: Ses, vicdanın sesi. Anlamayı sağlama için ses gereklidir. Celp, bu yüzden ihtimamla da (özen) ilgilidir. Ne celp, ne ihtimam, sıradan bir öylelik içinde kalıyor, Hannah Arent’in deyimiyle “kendini aldatma” pratiği içinde boğulmuş bir iktidar var karşımızda; susmak ve susturulmak arasında tecrit edilmişin dili de, yaşayan ve bunu duyan kimselere hüzün veriyor; çünkü susmak edebiyat ve felsefede sözün katılaşmış halidir, burada asla lakırdıya yer yoktur. Kimi filozoflar, sözlerin anlamlarını derinlere salmak, anlamak için yıllarca susarlardı; susmak, düşünce evinin dar kapısıydı, buradan manaya geçilirdi: İçe bakış da buradan geliyor.
Susturulmak, acıdır. Konuşmaya izin verildiği ölçüde konuşma hakkı söz konusudur. Bu şu demektir: Ben erk sahibiyim, seni nasıl içerde tutuyorsam, öyle, aynı şekilde sözlerine de ben karar veririm. Ben istediğim zaman, istediğim yerde, istediğin kadar konuşma hakkın var ve beni vaaz etmeyen sözün ağızdan dışarı çıkma hakkı bile yoktur. Tecritle Öcalan’a dayatılan budur: Hâkim olan, her şeye hâkimdir, söz de dâhildir buna: Benim istediğimle görüş, benim istediğimi söyle. Yani hiçbir şey söyleme, beni vaaz eyle. Bunu yaparsan, sana istediğin şeyleri, sevdiklerinle görüşme, konuşma şansı veririm. Burada vicdanın yaralayan yanıyla, karşılaşıyoruz: Freud, Düşlerin Yorumu’nda (1990) Shakspeare üzerinden bunun peşine düşer; vicdan üst bendir, işi, kontrol ve yasaktır. Bir vicdana sahip olmamız, hakikatin bizi telef etmesinin önlemektir. Hamlet ise kendini telef eder, kötürümleştirir, kendini deforme eder; bu içsel şiddet, Adam Phlips’e (Yasak Olmayan Hazlar) göre öyle bir acımasızdır ki bizi, kendimizle ilgili hiçbir şey bilmeme raddesine getirir, kınanmayacak, yargılanmayacak olanızdır. Sonuç: “Vicdan böyle korkak ediyor hepimizi.” Hepimiz, korkak değilizdir, bunu söyleyen, ilk başta Hamlet, sonra oyunlarda Richard’tır. Benlikleri kilit altında olan kimseler, herkesi kilit altına alarak özgür olduklarını sanır, oysa her şey “korkularınla savaşarak” öğrenir, herkesle o zaman dost olabilirsin, düşman yaratarak, kendine dostluğun da kalmaz. Richard’ın oyunun sonunda söyledikleri dikkat çekicidir: “Kimden korkuyorum? Kendimden mi? Başkası yok ki.”
Tecrit ve vicdan
Tecridi, burada vicdan üzerinden tanımlamam gerek, kim Öcalan’a tecrit uyguluyor ve tecridi uygulayan kimden korkuyor, başka biri var mı ve eğer varsa, gerçekte tecrit altında olan odur, sensin: Sen herkesten iyi biliyorsun ki özgürlüğün, eşitliğin, adaletin olmadığı yerde güvensizlik hakim olur ve güvensizliğin en büyük kaynağı da siyasetin, ekonomiyle kurduğu güçlü bağdır. Siyasetçiler, yalnızca iktidara gelip, toplumun refahı için çalışmazlar, bunun yanında topluma ait olan kaynaklardan pay sahibi olurlarsa eğer, artık siyasi olarak anlaşamadıkları kimselerin yanına, bir gün nasıl elde etmişlerse, elden çıkartmak zorunda oldukları bir serveti düşünürler. Fikirleri, silahları olur; bunun için, silahlı, yarı sivil güçler oluştururlar. Burada asker ve polis; öte yandan mafya, siyaset üzerinden eyleme geçerler; doğrusu, siyaset, bunları, vatan ve millet diye eyleme zorlar. Polis bunu sahiden, sahici bir duygu etrafında, kimi zaman da pay sahibi, küçük bir ortak olarak yapar. İç savaş, partili kimselerin, polis olmasıdır zaten. Ancak bu polis, yalnızca partili bir polis de değildir, işletmeye de ortaktır. Onlardan olmayan kimseleri kentin aptal birer uzvu sayar; kendisi, partisi ve ekonomisiyle, şehrin kalbidir, kan pompalar! Bunu yapmayan, kendini toplumdaki bütün kesimlerin danışmanı sayan polise düşünse, intihardır. Biliyorsun! Polisin, içselleşmiş, silahsız hali de yargıçlardır. Bunlar, adaleti yerine getiren kimse olmaktan uzaktır. İktidar ne derse, onlar onu söyler. İktidara gelmek isteyen bütün güçler, önce adaleti ele geçirir. Elbette iktidar etrafında hatırı sayılır, salt parayla ayakta kalan basın da ayrı bir yargıçtır. Savaşı manşete taşır; ölüm ve düşman yaratma tek tirajıdır, iki işe yarar ihbar eder, sonra da iktidarı güçlendirir ama bazen baltayı taşa vurur; çokça övdüğü iktidarı öve öve altını oyar; o zaman anlarız, yeni bir iktidar geliyordur. (Yeni Şafak, Sözcü ve Cumhuriyet’in bir günlük analizi bile bunun kanıtıdır) Suçun bayağılaştığı yerde, suçlular, mafya babaları toz gibi halı altına itilir. Gelişmiş ülkeler de suçlular, böylesi zamanlarda yurt dışına çıkartılır. Bunlar, bir süre sonra, kahraman olarak geri döner.
Ortak dünya! Ortak devlet hiçtir. Ortak devlet, eşitliğin olmadığı- olmayacağı demokrasi diye sunulan diktadır; burası adaletin, haksızlığa kumanda ettiği yerdir. Eşitsek, niye işlenen her suçta hep akla öteki geliyor. Dahası, suçların kefaretini hep öteki ödüyor. Paydan yoksun payda diyorlar ötekine ama suçlar konusunda, kötülükler konusunda her şey ötekine boca ediyorlar. Unvan ve gökselle kurulan ruh dünyasında da dost değil, dostluğu taklit ediyorlar. Özgürlük bir paye değildir. Hak diye bir şey yoktur, hak, küstahça bir ifadedir, kim kime hakkını veriyor, kim kime, hakkını verme gücüne sahip; burası, narsizmin bile çürüdüğü bir yerdir. Hak, yerine, niye adil olan dile getirilmiyor. Hak denilirken, akla bahşetme geliyor, lütuf! Kimsenin hakkını yemeyiz! Ben kimseyim, sen benim gibi kimselere hak veriyorsun… Kimse dediğin kim? Kimse, kesim, yani, bir şey, işte, o, onlar vs’dir. Adı demokrasi? Nedir demokrasi, yalanın, insana konuşma şansı veren hali. Büyük barbar! Doğruluk ya da hakikat nedir? Wittgenstein buna “konuşma yolu” diyor. Konuş benimle.
Susturmak göze girme, sadakat, rıza, itaat gibi içi boş davranışların ebesidir; erk sahibinin etrafında, erk sahibinin istediklerini söyleyen bir dalkavuklar güruhu peyda olur. Susturulmak her koşulda güçsüzlüğün ürettiği bir korku biçimidir. Burada artık birey ya da toplum diye bir şeyden söz edemeyiz, kelimeleri alınmış ağızlar dışında kimseler de yoktur. Da!
Bir kelimenin anlamı her zaman başka bir kelimedir (Harold Bloom); çünkü kelimeler kişi ya da şeyden çok diğer kelimelerdir, bir kelime yıkılırsa, hepsi yıkılır. Chomsky ve Gertrude Stein’i de anmam gerek; Chomsky, “dil”, Stein, “çizgi” üzerinde duruyor. Chomsky, insanın bir dili konuşmaya başladığında hiçbir zaman öğrenilmemiş pek çok şeyi bildiğini söylüyor. Stein’in derdi ise Picasso’nun çizgileriydi. Ona göre rengin, hatta renk üzerinden temanın çizgiye dönüşümü muhteşemdir; her çizgi varlık bir nedenidir ve bu varlığın ne bir nesne ne bir aracıya ihtiyacı vardır: Picasso’nun çalışmaları yaşama- yaşadıklarına göre biçim alıyor; bilinçaltında ise aşk var; Picasso, Rus bir balerine âşıktı. Dili de bu yüzden çizgileşmişti.
Öcalan’ı susturmakla ne kazanılır? Hiç. Ne kaybedilir? Aşk. Spinoza’nın Teolojik- Politik İnceleme’sinde Yahudilere seslenişi vardır: “Aynı özgürlükten diğerinin de yararlanmasını istemiyorlar. Tepeden tırnağa dürüst ve gerçek erdeme bağlı olsalar da, kendileri gibi düşünmeyen herkese, Tanrı düşmanı diye eziyet ediyorlar. Tersine, görüşlerini onlara bütünüyle kabul ettirmişlerse, ahlaken zayıf olanları bile Tanrı tarafından seçilmiş diye göklere çıkartıyorlar.”
Yola çıkış
Şimdi, bana düşen tecrit ilgili bir literatür oluşturma ve tecridin ne olduğunu söylemedir; çünkü, tecritle vicdan, birbiriyle iniltilidir; vicdanın olduğu yerde, yurtta tecrit diye bir şey olmaz; tecrit var, vicdan bir kenara bırakılmış, susturulmuşsa, oradan başlamalı, orada bizi kör bilici karşılar: Homeros, Odysseia’nın 11’inci kitabında Odyseseus’u “kör bir ölüye” gönderir; kör ölü, ondan yola çıkmasını ister. Odyseseus yola çıkar, yirmi yıl sonra geri döner. Artık genç bir adam değildir ve tanrılar da onu zaten bir dilenci kılığında İthake sahiline bırakmışlardır, kimse tanımaz onu, gördüğü şeyler tüyler ürperticidir; rekabet, ihtilaf ve fesat almış başını yürümüştür. Elde edilmeyen tek şey vardır: Aşk. Penelope, mahremiyet kumaşını dokumuş ve her ilmekte şunu söylemiştir: “Ey askerler, siyasal sahneyi esir alanlar, sizler, saf dışınız ve bugüne kadar tesis ettiğiniz tek şey saf dışılığınızdır.”
Askerler, siyasetçiler niye saf dışıdır? Açıktır, vicdanı bir kenara atmışlardır; boş birer ağız, çıkarları için yaşayan birer canavara dönmüşlerdir. İlyada’yı pek sevmem, nedeni şu: Savaşı sevmem; Odysseia ise kimi intikamcı sahnelerine rağmen dokunaklıdır, her şeyden önce bir eve dönüş hikâyesi vardır; Kürtler eve dönmeyi sever, kendine dönmeyi sever. Evin önünde pek çok dilenci vardır, “bana bakarlar ve bilirler. Bilirler ki aslında onlardanım” (Rilke) ama yine de beni istemezler, arada bir gelmemi isterler, sırıtır, göz kırparlar. Öcalan’da dile kolay, 50 yıldır evine dönmek istiyor, doğduğu evde, anne kokusu hala diridir ve yine ilk burada, bu evde, akla isyan etmiştir (romantik devrimci), burada akla veda (vazgeçiş) etmiştir: O zaman buralarda acı çekenler vardır, iktidar tarafından kimliksiz, kişiliksiz bir hale getirilmişlerdir; halk değillerdir, yığın olmuşlardır; iki seçeneği vardır sanki Öcalan’ın, ilki ya Robespierre gibi bu kitlenin arasına karışıp ama hiç birine güvenmeden, hatta kardeşleriyle bile iki kesek toprak, iki ağaç için kavga edecek, oradan güç elde ederek, muhtar, avukat, bürokrat olacak ya da yola çıkıp olup biten her şeyi ifşa edecektir: İfşa, maske düşürmedir. Riyanın ifşasıysa güçtür, tek bir şey amaçlar, maske indirir ve maskenin altında hiçbir şey kalmaz.
Buradan Odyseseus ve Penelope’ye ve ikisinin bileşkesi Öcalan’a bakabilir miyiz? Siyaset, belki buna izin vermez. Bana göreyse bir metin, hiçbir zaman salt bir metin değildir, özellikle şiirin bize verdiği siyasetin üstündedir; zamanın ruhu açısından da “en kötü şair” bile en iyi, en popüler, en çok iş yapan siyasetçinin verdiklerinden fazlasını verir. İhtiyaç halinde çok geniş bir liste verebilirim.
Penelope’nin dokuduğu mahremiyet kumaşıyla Öcalan’nın ateşkeslerini ve çözüm sürecini birlikte düşünelim mi?
Her iki aşamada da siyasal sahneyi esir alanlar Öcalan’ı saf dışı bıraktılar, tecritle de bu saf dışılık dal budak saldı ama geriye şöyle bir gerçek kaldı: Son üç yılda, tesis edilen tek şey saf dışılık oldu: İktidar da muhalefette saf dışı oldu. Ekonomiyle, dış politikayla, kültür sanatla, üniversitelerle, diyanetle, milli eğitimle, adaletle, sağlıkla bu saf dışılık halkı abluka altına aldı. Hem iktidar hem muhalefet içinde rekabet, ihtilaf ve fesat aldı başını yürüdü. CHP üzerinden düşünelim bir; Kemal Kılıçdaroğlu’na öyle bir don giydirildi ki hala muhasebesi yapılmış değildir; cumhurbaşkanlığını kıl payı kaçıran adam, birden bir yıl içersinde büyüyen Özgül Özel tarafından alt edildi. AKP üzerinden düşünelim; Menderes, Özal ve Erbakan’ın devamı olduğunu söyleyen parti, MHP’lileşti. Şimdi öyle bir yerdeyiz ki iktidar ve muhalefet iki kaşık gibi iç içedir. Muhalefetin Orta Doğu politikası iktidarın gerisindedir. Muhalefetin Kürtlerle kurduğu ilişki “Odyseseus öldü” temelindedir; vicdanları cenazeyi kaldıramıyor şimdi; dertleri, göreceli AKP karşıtlığıyla Kürtlerden rey almaktır. CHP, AKP’nin hatasına düşüyor; AKP, Kürt sorununu kabul edince yükseldi, kendine Kürt yaratma arzusuna düşünce de eridi. Kürt partileri de açmaz içindedir; çözüm gücü ve adres olarak Öcalan’ı gösteriyorlar ama sonuç alınamıyor. Aquinolu Thomaso’ın “başkası üzerinden güç sahibi olma” dediği bu olsa gerektir.
İktidar, iki şeyle ilgili olarak konuşmuyor; ilki tecrit, ikincisi Rojava’dır. Bu iki konu yazılı olmayan bir yasayla çerçeveye alınmıştır ve hem iktidar hem de muhalefet bu iki konuda birlikte hareket ediyor. Hükümet, “Esat’la görüşeceğim” dediğinde, muhalefet de buna hazır olduğunu söylüyor; Rojava’daki Kürtler söz konusu bile edilmiyor. Salih Müslim düne kadar Türkiye’ye gelebilen, resmi görüşmeler yapılabilen biriydi. Hükümet, Kürtlerle görüşmüyor ama muhalefet iktidar olmayı hedefliyor ve gücünü de Kürtlerden alıyorsa ve Rojava’daki Kürt yetkililerle görüşmüyorsa, burada sadece ve sadece iktidarın yanında olma isteği vardır; üstelik bu fiziki bir yanında olmak da değildir, fikri bir yakınlıktır. Belediyeler üzerinden üç beş kişiye itibar, üç beş kişiye iş veriliyorsa bu, Kürtlerle birlikte düşünmek değildir, bu, sus payıdır. Muhalefet, adalet, eşitlik ve ekonomik refah talep ediyor ama ne cezaevleri ne tecrit ne Rojava gündeminde vardır.
Tecrit, herkesin kabul ettiği, halka sunulmuş, kabul edilmiş, yasada yeri olan bir uygulama değildir; üstelik bu böyle bile olsa, böylesi bir yasa zalimane bile değildir, yalnızca tuhaftır, yalnızca yasağı dile getirir ve yasak da her koşulda provokasyon demektir. Kürtler yüz yıldır provoke ediliyor, böylece kamuoyu yaratılıyor, buradan da garip bir lanet söylemi üretiliyor. Oscar Wilde’ın deyimiyle bu “(kamuoyu) toplumun cehaletini düzenleme ve onu fiziksel bir güç konumuna” getirmekten ileri gitmiyor. Burada artık insan sıradanlaşır, popülerlik adına aklın değil, boş inançların peşinde koşar. AKP’yle meclise giren Hüda-par’ın, Filistin ve İsrail savaşı üzerinden, Batman ve Diyarbakır’daki eylemleri bu minval üzerinedir. Savaş, Hüdapar’ın tiyatrosuna dönmüştür: Filistin atkıları, bayraklar, kıyafetlerle hem provokasyon hem cehalet örgütleniyor. Dahası Hüda-parlı rahatını bozup Filistin’e gidip savaşmayacaktır: Kimsenin öldüğü yok, kimsenin bu savaşı yaşadığı yok, Edip Cansever’in şiirdeki deyişiyle, “Herkes biraz var, o kadar.” Vicdansa, orada, duruyor: “Acılarınıza iyi bakın, sevinçlerinize iyi bakın.”