Türkiye’de siyaset, siyasetçilerin deyim yerindeyse “karnından konuşma” şeklindeki konuşmaları ile yürüdüğü için inandırıcılığını yitirmiş bir faaliyet alanıdır. Bu nedenle de toplum bir siyasetçiyi dinlerken “ne dediğinden” çok “neden dediğiyle” ilgilidir. Çünkü bilir ki siyasetçinin söylediklerinin arkasında söylenmeyen daha önemli bir mesaj vardır.
Türkiye’de siyasetçiler “yalan konuşuyorlar” demek istemiyorum ama anlamları muğlak ifadelerle konuşmayı tercih ettikleri açık. Bunun bir muhtemel nedeni, bizde siyasette her zaman bir “vesayetçi” olduğu için, “Ola ki söylediğimi geri almak zorunda kalırım” kaygısıdır. Bu nedenle de siyasetçiler için “ikili” bir dille konuşmak her zaman için güvenli bir yoldur.
Halk da siyasetin bu durumunu bilir. O nedenle de siyasetçilerin söylediklerinden çok söylemediklerini anlamaya çalışırlar. Anlayabildikleri kadarıyla da saflarını tutarlar. AKP iktidarı başından beri bu sosyolojik analizi yapmış bir parti olduğu için de oluşturduğu devasa “medya imparatorluğu” ile toplumu yönlendirmesini bilir. Başarısının çoğu da buradan gelir.
Fakat siyaset hızlandığında siyasetçilerin dillerinde de bir sadeleşme oluyor. Artık giderek “karnından konuşmanın” da bir kıymeti harbiyesi kalmıyor. O nedenle de eteklerindeki taşları en açık ve net biçimde ortalığa döküyorlar. Bugünlerin Türkiye siyasetinde bu durumu görmek mümkün.
Ama hala ülkedeki siyasi partilerin neredeyse tamamı her konuda ne yapacaklarını söylerlerken bir tek “Kürt meselesi” konusunda sessizler. Ya da karınlarından konuşmayı tercih ediyorlar. Kimi zaman ve yerde Kürtlerin hoşuna gidebilecek şeyler söylüyorlar, kimi zaman ve yerde de Kürt sorununu savaşla çözülmesini isteyenlerin hoşuna gidecek sözler. Tabii bu durumun nedeni açık. Söyleyecekleri her söz ileride “vesayetçi” olan tarafından reddedilebilir ve söyleyeni ilerde vazgeçmeye zorlayabilir.
Kimdir “vesayetçi” olan derseniz cevabı hemen verilebilecek bir soru değildir bu. Ama yine de bir cevap isterseniz; vesayetçi, bir kişi ya da bir kurumdan çok bu toplumun parçalanmasını önlemek için üstüne geçirilmiş bir zihniyet dünyasıdır. Cumhuriyet kurulurken, kurucu babaların tek bir “ulus”un olmadığı bir toplumda bir “ulus devlet” kurmak zorunluluğunun dikte ettirdiği bir zihniyet dünyasıdır.
İkinci Dünya Savaşı’nın bittiğine asla inanmadığı için 29 yıl boyunca dağlarda savaşa devam eden Japon askeri misali, bu, vesayetçi zihniyet dünyasının siyasetçileri de artık bu zihniyetin devam ettirilmesinin manasız olduğunu görmüyorlar. Öyle ki bu toplumun parçalanmamasının yolunun Kürtler gibi bu toplumun önemli bir kesiminin talepleri karşısında sessizliğe gömülmekten değil, bu taleplerin demokratik bir zihniyet dünyası içinde cevaplanmasını sağlamaktan geçtiğini görmeleri gerekiyor.
Bu mümkün mü?
Göreceğiz.