Mustafa Durmuş
Vergileme alanında çok sık kullanılan bir kavram var: “Vergi mükellefinin parası”.
Amerikan filmlerinde de sıklıkla bu söz kullanılır. Devletle karşı karşıya kaldığında Amerikalı söze genelde: “I am a taxpayer” yani “ben bir vergi mükellefiyim” diye başlar ve haklarını ve taleplerini bu zemin üzerinden sıralar. Yani vergi ödeyen bir yurttaş olarak ekonomik ve demokratik haklarının, taleplerinin olduğunu ve örneğin “ödediği vergilerin nerelere harcandığını” sorar. Özetle parasının hesabını sorar.
Bu sözde her hangi bir sorun olmadığı düşünülebilir. Vergi ödeyen bir yurttaşın ödediği bu vergilerin nereye harcandığını (örneğin sermayeye ya da belli cemaatlere mi aktarıldığını) sorması, bu vergilerle finanse edilen harcamaların verimli olup olmadığını sorgulaması ve kamu hizmetlerinden yararlanmak istemesi kadar doğal bir şey olamaz.
Sadece vergiler değil
Ancak hükümetler sadece topladıkları vergileri harcamazlar. Sosyal güvenlik katkı payları ve İşsizlik Sigortası Fonu için yapılan kesintiler başta olmak üzere çeşitli fonlar için çalışanların ücretlerinden yaptıkları kesintilerden, devlet borçlanmasından, emisyondan (para basma), elektrikten doğal gaza, petrolden internete kadar temel hizmetlere yaptıkları zamlardan, özelleştirmelerden elde ettikleri parayı da (özellikle de yeterli vergi toplayamadıklarında ya da harcamaları aşırı arttığında) harcamaları için kullanırlar. bDiğer yandan vergileme dışında yaratılan bu gelirlerin ve bu paranın hesabını sormak aklımıza gelmez.
Önce ‘Tina’, sonra vergi mükellefinin parası
“Vergi mükellefinin parası” kavramı, tıpkı TİNA (Türkçe açılımı: Piyasadan başka bir alternatif yok) gibi, neo-liberal dönemde ilk olarak Britanya Başbakanı “demir lady” ünvanlı emekçi düşmanı M. Thatcher tarafından kullanıldı.
Thatcher 1983 yılında “kamu parası diye bir şey yoktur, vergi mükellefinin parası vardır” sözünü sarf etti. Bunu söylerken sermayenin, patronların ödediği vergileri sosyal harcamalar biçiminde “asalak” emekçiler için harcamayacağını anlatıyordu.
Nitekim bu sözün ardından, iktidarda kaldığı sürece aşamalı olarak devlet bütçesinin kaynakları emekçilere kapatıldı.
Bu söylem, Thatcher sonrasında iktidara gelen Blair’ci Yeni İşçi Partisi’nce yaygın olarak kullanılmaya başladı. Bu kavramı sahiplenip kullanan bazı sol çevreler ise, böylece “vergi mükelleflerinin parasını harcayan” ikiyüzlü burjuva politikacıları teşhir ettiklerine inanıyorlardı.
Irkçı, cinsiyetçi, sınıfsal farklılıkları örten bir kavram
İçinde yaşadığımız kapitalist toplumda eşitsizlik sadece emek-sermaye eşitsizliği ile sınırlı olsaydı, bu kavramın kullanılması sorunlu olmazdı. Ama bilindiği gibi kapitalizmde ayrıca; ırkçılık, cinsiyetçilik, yabancı düşmanlığı gibi çok sayıda başka sorun da var.
Tekçi ve erkek egemen kimliğe sahip devlet yapılanmasının dışında kalan ırklara, kimliklere, cinsiyetlere, inançlara, dinlere, mensup insanlara, kadınlara, sığınmacılara ve göçmenlere sistematik ayrımcılık yapılıyor.
Böylece vergi mükellefinin vergisine sahip çıkmak biçiminde yorumlanan “vergi mükellefinin parası” kavramı (niyetten bağımsız olarak) toplumdaki böyle önemli sorunların üstünü örtmeye hizmet edebilir.
Dahası kendini sınıf indirgemeci bakış açısıyla sınırlandıranlar bu kavram altında (farkında olmadan da olsa) aslında ırkçı, cinsiyetçi ve sınıfsal bir efsaneyi yaygınlaştırabiliyor olabilirler.
Çünkü bu kavramsallaştırma altında “toplum olarak böyle iyi-cömert mükellefler ya da hâkim kimliklere sahip yurttaşların ödedikleri vergiler sayesinde kamu hizmetlerinden yararlanabiliyoruz” şeklinde bir yanılsama ortaya çıkar.
Ayrıca (her ne kadar her birimiz en azından KDV, ÖTV gibi dolaylı vergileri ödeyerek vergi mükellefi konumunda olsak da), bir kısmımız yukarıdaki vergi mükellefi tanıma tam olarak girmeyebiliriz.
Bu durumu ve kavramın böyle sorunlu boyutunu Türkiye’de değişik illerden toplanan vergilerin dağılımından yola çıkarak görebilmek mümkün.
Yani toplam vergi gelirleri içinde illerden gelen vergilerin payına bakıldığında, Türkiye’deki vergi ödeme gücü olmayan, vergi ödeyemeyen ve sayıları milyonları bulan; yoksul köylülerin, yoksul Kürtlerin, üniversite öğrencilerinin, çocukların, evde çalışan kadınların, mültecilerin, Suriyeli göçmenlerin, engellilerin ve kayıt dışı çalışanların yukarıdaki gibi bir vergi mükellefi tanımına girmeleri zorlaşır.
Vergi gelirinin sadece yüzde 5’i kamu hizmetine en çok ihtiyaç duyan illerden sağlanıyor
Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın resmi verilerine göre (1), 2018 yılında tahsil edilen vergi gelirlerinin yüzde 79,5’i 5 ilden ve yüzde 85’i 10 ilden sağlandı. Tahakkuk edilen vergilerin tahsil edilme oranı ise ortalama yüzde 81 civarında oldu. Bu en yüksek paya sahip ilk 5 il ise şunlar: İstanbul: Yüzde 43,9; Ankara: Yüzde 11,3; İzmir: Yüzde 10,9; Kocaeli: Yüzde 10,5 ve Bursa: Yüzde 2,9.
Kürt nüfusun ağırlıklı yaşadığı 19 ilde toplanan vergiler ise toplam vergilerin sadece yüzde 5,3’ünü oluşturuyor (hesaplama zorluğundan dolayı bunlara İstanbul, İzmir, Konya gibi illerde yaşayan Kürt nüfus dâhil edilmedi). Bu illerde toplanan vergilerin paylarının dağılımı ise şöyle:
Adana: Binde 94; Adıyaman: Binde 10; Ağrı: On binde 7; Antep: Binde 83; Ardahan: On binde 2; Batman: Binde 13;
Bingöl: On binde 4; Bitlis: On binde 6; Diyarbakır: Binde 33; Hakkâri: On binde 4; Iğdır: On binde 4; Mardin:
Binde 13; Mersin: Yüzde 1,95; Muş: On binde 5; Siirt: On binde 5; Şırnak: On binde 8; Tunceli: On binde 2; Urfa:
Binde 28; Van: Binde 11.
Aslında diğer yoksul illerde de benzer bir durum söz konusu: Amasya: On binde 8; Çankırı: On binde 4; Erzincan: On binde 5; Gümüşhane: On binde 2; Kırşehir: On binde 6; Nevşehir: On binde 8; Sinop: On binde 4; Kırıkkale: On binde 5; Kilis: On binde 4 ve Yozgat: On binde 8 (2).
Tahakkuk eden verginin tahsil edilme oranının en yüksek olduğu illerin başında ise Tunceli geliyor. Türkiye ortalamasının yüzde 81 civarında olduğu ülkede en yüksek orana sahip ilk 10 il şöyle sıralanıyor: Tunceli: Yüzde 91,0; Hatay: Yüzde 86,9; İzmir: Yüzde 86,2; Zonguldak: Yüzde 84,5; Mersin: Yüzde 85,9; Tekirdağ: Yüzde 85,6; İstanbul: Yüzde 83,2; Ardahan: Yüzde 82,4; Edirne: Yüzde 81,0; Maraş: Yüzde 80,7.
En düşük 10 il ise şunlar: Kilis: Yüzde 29,4; Mardin: Yüzde 46,0; Hakkâri: Yüzde 47,8; Düzce: Yüzde 52,4; Diyarbakır: Yüzde 55,9; Bilecik: Yüzde 57,6; Kırklareli: Yüzde 59,3; Urfa: Yüzde 61,3; Şırnak: Yüzde 62,1; Amasya: Yüzde 63,0.
Söz konusu illerdeki vergi payının düşüklüğünün tarihten gelen ve halen sürmekte olan ekonomik, politik ve sosyal nedenlerinin olduğu biliniyor. Tahsilat oranlarının farklılığı ise bölgesel olarak vergi toplama gayretinin farklı olmasıyla açıklanabilir.
Kavram dar anlamda yorumlandığında milyonlarca insan kamu hizmetlerinden yararlanamaz
Bu verilerden de görüleceği gibi, “vergi mükellefinin parası” kavramına uygun olarak eğer ekonomik ve demokratik haklar vergi ödeme temelinde kullandırılırsa, başta Güneydoğu ve Doğuda yaşayan Kürt ve Arap nüfus olmak üzere, İç Anadolu’nun yoksul Türk köylüleri de bu haklardan yararlanamazlar (hali hazırda hangi kamusal hizmetlerden ne kadar yararlanabildikleri de tartışılır).
Keza bu tanım altında başta bu bölgelerde yaşayanlar olmak üzere; ev kadınlarının, çocukların, üniversite öğrencilerinin, mültecilerin ve sığınmacıların kamusal hizmetlerden yararlanmaları mümkün olmaz. Nitekim bazı sahil belediyelerinin bu yaz Suriyelilere koydukları yasaklar bu durumu somut olarak anlatıyor. Bunun ırkçılık, cinsiyetçilik, ayrımcılık ve yoksulu ezen bir bakış açısı olduğu çok açık.
Durum böyleyken ödeme gücü olmayanların da kamusal hizmetlerden yararlanmasını öngören, bu anlamda böyle bir yararlanmayı zenginlerin verecekleri vergilere bağlayan klasik “ödeme gücü ilkesine göre vergilendirme” ile bu sorunu çözebilmek mümkün değil.
“Vergi mükellefi parası” kavramını kullandığımızda ve bunu ödeme gücü ile ilişkilendirdiğimizde aslında, 1960-1970’lerin popülizmini de sürdürmüş oluruz.
Zira bu popülizm büyük çoğunluğun azınlık bir grup zengin tarafından ödenen vergiler ile fonlandığı ya da fonlanacağı fikrini temel alıyor. Tersini düşünmüyor. Yani “büyük çoğunluğun azınlığın zenginliğini yarattığı” gerçeğini inkâr ediyor.
Vergi sayılmayan çok sayıda mali yükümlülük mevcut
O halde kavramı genişletmek gerekiyor. Kaldı ki bunun maddi temeli de mevcut. Çünkü ekonomi sadece vergilerle dönmüyor.
Vergi mükelleflerinin yanı sıra toplumda; örneğin her hangi bir geliri olmayan ev kadınları, çocuklarına bakan anneler, konut kredisi, ihtiyaç kredisi ya da kredi kartı borcunu ve faizlerini ödeyen borçlular, kira ödeyen kiracılar, doğrudan fiyatlama yani ücretlendirme yoluyla yol-köprü geçiş ücreti, ilaca katılım payı, harç, elektrik, su faturası ödeyen tüketiciler ve emeğini karşılıksız olarak sunan askerler ve piyasadaki ücretlerin üçte biri fiyatına, sosyal güvenceden yoksun bir biçimde ve çok daha uzun saatler çalıştırılan Suriyeliler gibi sayıları milyonları bulan kesimler de ekonomiye katkı veriyor.
Ayrıca devlet faaliyetleri, önce vergi gelirlerine bakıp, sonra kamu harcaması yapmak biçimde yürütülmüyor. Tersine önce kamu harcaması planlanıyor ve bu harcamalar; vergileme başta olmak üzere, para basma, kamusal hizmet fiyatlaması, borçlanma ya da özelleştirme gibi faaliyetlerle finanse ediliyor.
Kısaca kamu finansmanında asıl olan kamunun parasıdır. Yani bir ülkenin ulusal parası (toplanan vergiden bağımsız bir biçimde) devletin elindeki kullanabileceği bir imkândır, kamunun parasıdır. Nitekim ulusal paranın üzerinde hiçbir zaman bir vergi mükellefinin imzası yer almazken, devleti temsilen politikacıların ya da bürokratların imzası olur.
Ayrıca para zenginlerin ağaçlarında yetişen bir şey olmadığından, devlet parayı “zenginlerin ağaçlarından toplamaz”. Devlet parayı basar. Kendi parasını basma yetkisi olmayan bir devletten de söz edilemez. Kısaca kamu harcaması yapmak için devletin özel sermayeye mutlak bir bağımlılığı da yoktur.
Vergi mükellefinin parası yerine kamunun parası
Bu nedenle de belki de, Thatcher’in sözünü tersine çevirmek gerekiyor: “Vergi mükellefinin parası diye bir şey yoktur, kamunun parası vardır” ve bu para sadece vergi mükellefleri için değil, tüm toplum, yani kamu için ve adilce harcanmalıdır. Çünkü hepimiz kamunun birer parçasıyız ve onun hizmetlerinden adaletli bir biçimde yararlanmayı hak ediyoruz.
Özcesi, kamusal hizmetlerden faydalanmayı vergi ödeme koşuluna bağlamak büyük haksızlık ve adaletsizliğe neden olabilir. Bu yüzden de ödediğimiz ya da ödeyemediğimiz vergiden ya da vergi mükellefiyetinden bağımsız olarak, ekonomik ve demokratik haklarımızı talep etmeliyiz ve bu haklarımızı sonuna kadar savunmalıyız.
Kamusal hizmetlerin finansmanına böyle, geniş kapsamlı “kamunun parası” perspektifinden bakmak; emek ve özgürlüklerden yana olası bir iktidara işsizlik, yoksulluk gibi çok önemli sorunlarla baş etmede kullanabileceği çok sayıda yeni politika aracını da sunabilir.
Dip notlar:
(1) Gelir idaresi Başkanlığı Faaliyet Raporu 2018, s. 156-157.
(2) Agr.