“Taziye” demiyorum “vedalaşma” diyorum. İnsan yaşamının ayrılmaz bir parçası “ölüm”. Ve en zoru yakınlarımızın, dostlarımızın ölümü… Simone de Beauvoir, yaşam arkadaşı Sartre’ın son yürüyüşüne tanıklık eder, “Veda Töreni” adlı kitabında.
Ve erken vedalaşma çok daha zor olanıdır. Yaşayan bilir.
78 kuşağı, çok erken buluştu ölümle. Arjantinli bir baba, darbe dönemine ilişkin olarak, “Nasıl bir kader bizimki? Bizden önceki kuşak, babalarını annelerini gömerdi sadece. Biz ise, hem ebeveynlerimizi, hem oğullarımız ve kızlarımızı gömme durumunda kaldık!” demişti.
12 Eylül öncesi ve sonrası çoğu anne, çocuklarının mezarları başında buluştu, tanıştı. Sadece cezaevi kapısında değil. Ayşe Nur ile ben de çoğu anne ile Metris Cezaevi kapılarında tanıştık dost olduk. Gülizar ana gibi bazılarının birkaç çocuğu hapisteydi. Ve onlarla birlikte İHD’nin kuruluşuna katıldık. Ama İHD olmadan, anneler vardı.
Onlardan biri de, 18 yılını farklı cezaevlerinde tamamlayan, araştırmacı-yazar, yayıncı Ahmet Akif Mücek’in annesi Fehriye Mücek’ti. Bu hafta yitirdik onu. En zoru, sürgünde olup vedalaşamamak… Ahmet Akif Mücek’in kaderinde bu da varmış. Geçen hafta buluşacaktık Stockholm’de Ahmet’le. Tamamladığı son araştırması, “Filipinler Barış Süreci” üzerine konuşacaktık. Basımının gecikme nedenini açıklayacaktım. Rahatsızlığım engel oldu, buluşamadık.
Geçen yıl Goethe Madalyası alan Doğan Akhanlı, 2010 yılında babasını son kez görmek için geldi Almanya’dan Türkiye’ye. Baba ve oğulun vedalaşmasını çok gördüler.
Yıllarca geceye kayan İHD toplantılarından sonra, Ayşe Nur ile birlikte, Eren Keskin’i taksiyle Küçükyalı’daki evine bırakmıştık. Eren’in annesi yukardan otomatiğe basıp kapıyı açana, o içeri girene kadar hep beklerdik. Eren, güzelliği yanında, güzel giyim adabını da, son derece modern bir hanım olan ve mücadelesinde kızına hep omuz vermiş olan ve onunla gurur duyan annesinden almıştı. Peş peşe gelen davalara ve mahkumiyetlere karşın ülkeyi terk etmeyi reddetti Eren Keskin. Selahattin Demirtaş gibi, diğer çokları gibi. Eren Keskin, annesi Fatma Sevgi ile vedalaşma şansına sahip oldu hiç olmazsa.
En son, yaşamını işçi sınıfına adamış, onlarca kitap tercüme etmiş Muhteşem Özdamar’dan annesi Saadet hanımın (Acarhoroz) veda haberini aldım:
“Zor bir gün oldu. Anneme yetişmeye çalıştım, olmadı. / Hayatımda bir kez daha anneme yetişemedim./ Geçen Ekim ayında Alzheimer teşhisi konduğunda,/ birlikte geçirdik zamanı. /Roller bu kez değişmişti. /O çocuk ben babaydım. –Babam geldi, açın rakı şişesini diye bağırdığında, /güleyim mi, ağlayayım mı bilememiştim./ Olağanüstü bir beraberlikti o an yaşadığımız. /Sanki yıllarca vuslat zamanlarını beklemiş gibiydik./Kaybettiğimiz eski zamanları telafi ediyorduk./Güzel içerdi. Her akşam işten gelince bir kadeh doldurur, /yanında kavun ve peyniri eksik etmezdi…
O kısa keyif anları annem için ertesi gün kendini yeniden üretmenin vasıtasıydı./ Anneme yetişemedim. Usta terziydi. Dikiş üstadıydı./ Kumaşlar annemin hünerli ellerinde adeta canlanırdı…
Güzel yaşadı./İyi yaşadı./Sevdi, sevildi./Cesurdu. Başı buyruktu. Bildiğini okuyan, dik duruşlu kadınlardandı.
Sevdiğim kadına, son günlerinde güzel bakışlar bıraktı./ Oğlunu ve gelinini, mutlu ederek veda etmeyi bildi. / Seni ne kadar çok sevmiştim anne…”
Dün Mudanya’daki aile kabristanından uğurlandı son yolculuğuna, işçi sınıfının omuzdaşı Saadet Acarhoroz.
Muhteşem, Eren ve Ahmet Arif’in acısını paylaşırım.