Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan beri hiçbir zaman bir hukuk devleti niteliğine kavuşmadı. Her zaman yazılı hukukla uygulama birbirinden farklı oldu. Ancak son dönemde bu durumun en yoğun uygulamalarını tekrar yaşamaya başladık.
Cumartesi Anneleri eylemi, bu coğrafyada bilinen ve meşruiyeti çok büyük kesimlerce kabul edilmiş olan bir sivil itaatsizlik eylemi… Kayıp yakınları, insan hakları savunucuları ile birlikte kayıplarının akıbetini Galatasaray Meydanı’nda 1995 yılından bu yana sormaya devam ediyor.
Aslında bu eylem, İnsan Hakları Derneği içinde kayıp yakınları ve bir grup hak savunucularının oluşturduğu bir komisyondan kararlaştırılmış bir eylem biçimi. Kayıp yakınları Cumartesi Anneleri adı altında 1995 yılında Galatasaray Meydanı’na çıktılar ve kayıplarının akıbetini sormaya başladılar.
Bu eylemin başlangıç noktası, Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç’un gözaltına alınıp kaybedilmelerinin ve işkenceyle katledilmiş olarak kimsesizler mezarlığında bulunmalarının ardından başlamış bir eylemdi.
1915 Soykırımı’ndan bu yana 1938, Şeyh Sait, Seyit Rıza ve yaşanan birçok olayda gözaltında kaybedilmiş birçok insan var. Coğrafyamız adeta mezarsız ölüler coğrafyası… Ve kaybetme bir devlet politikası!
İşte bu politikaya, bu kaybetme politikasına karşı ilk yüksek sesle karşı çıkışın dile getirildiği meydandır Galatasaray Meydanı…Öyle ki bu toplumda kendilerini hangi kesimde nitelerse nitelesinler, herkesin meşruiyetini kabul ettiği, haklılığını kabul ettiği bir eylem biçimidir.
Bu eylemin başlamasından önce benim de Rıdvan Karakoç’la ilgili yaşadığım bir gerçeklik vardı.
Rıdvan Karakoç benim müvekkilimdi. 1995 yılıydı. Bir gün ofise geldi ve kendisinin sürekli polis tarafından takip edildiğini, muhtemelen gözaltına alınacağını, bundan büyük bir tedirginlik duyduğunu ve başına bir şey gelebileceğini söyledi.
Vekalet çıkarttı; “bu vekalet sende bulunsun, eğer gözaltına alınırsam benim takibimi yaparsın” diye. Ve ardından Rıdvan Karakoç’tan haber alınamamaya başlandı. Ailesiyle birlikte onu sormaya başladığımızda, benim de yazdığım bir yazı nedeniyle hakkımda verilen ceza kesinleşmişti ve tam da o günlerde maalesef ben cezaevine girmiştim.
Ardından önce Hasan Ocak’ın daha sonra da Rıdvan Karakoç’un işkence edilmiş ölü bedenlerine ulaşıldı. Ben cezaevinde çektiğim acıyı anlatamam. Gerçekten benden bir şey istemişti Rıdvan ve ben maalesef ki onun mezarının açılmasında dahi bulunamamıştım cezaevinde olduğumdan. Bunun acısını her zaman yüreğimde taşıdım.
Rıdvan Karakoç ve Hasan Ocak gibi çok sayıda kayıp yakının o kadar acılı hikayeleri var ki, dinleyenler belki de inanmazlar bu hikayelerin gerçekliğine… İşte bu büyük acıyı yaşayan insanlar başlattılar Cumartesi Anneleri eylemini.
2011 yılında o zaman başbakan olan Tayyip Erdoğan bu aileleri bir araya getirerek bir görüşme yaptı. Ve o görüşmede, kayıp yakınlarının endişelerini anladığını, kayıpların akıbetlerinin ortaya çıkarılacağını söyleyerek hatta o tarihte Cemil Kırbayır’ın annesi olan Berfo Teyze’ye de bir söz verdi.
Gerçekten de Meclis İnsan Hakları Komisyonu Cemil Kırbayır’ın kayıp olmasını araştırmaya başladı. Ve bu devletin meclisinin insan Hakları Komisyonu raporunda; Cemil Kırbayır’ın devlet güçleri tarafından gözaltına alındığını ve öldürüldüğü düşüncesine vardıklarını kayıtlara geçirdiler.
Bugün aynı Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı olarak ve İçişleri Bakanı’nın aracılığıyla, işte bu annelerin, kayıp yakınlarının seslerini bastırmaya, onları görmezden gelmeye devam ediyor.
Oysaki Türkiye’de yazılı hukuka göre, herkes önceden izin almadan basın açıklaması, toplantı ve gösteri yapabilir… Bunlar hiçbir şekilde izne tabii değildir.
Geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi Cumartesi Anneleri eyleminin engellenmesiyle ilgili bir karar verdi. Ve bunun açık bir ihlal oluşturduğunu söyledi kararında…
Bu kararın üzerine Cumartesi Anneleri ve insan hakları savunucuları Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararın rahatlığıyla bir kez daha Cumartesi Meydanı’na, Galatasaray’a gittiler. Ve orada bir kez daha anlaşıldı; bu coğrafyada en yüksek mahkemenin kararı, bir polisin gözünde “hiç” sayılıyordu.
Ve Cumartesi Anneleri/İnsanları yine yasak gerekçe gösterilerek gözaltına alındılar. Yani yazılı hukuk bir kez daha hiçe sayıldı.
Yazının başında da söylediğim gibi gözaltında kaybetme, coğrafyamızda bir devlet politikası olarak hep karşımıza çıktı. Ve hala da varlığını devam ettiriyor. Kayıpların akıbetleri açıklanmadığı sürece de bu politikanın varlığı devam edecek.
Türkiye Cumhuriyeti devleti, Birleşmiş Milletler Zorla Kaybetmelere Karşı Sözleşme’yi imzalamamakta direniyor. Eğer bu sözleşme imzalanmış olsa, bu tür suçlarda zamanaşımı ortadan kalkacak.
Oysa Türk yargısı gözaltında kaybedilen insanlara, insan öldürme suçunun zamanaşımını uyguluyor. Yani 20 yılda savcılar hiçbir işlem yapmadan, hiçbir delili toplamadan, araştırma yapmadan dosyaları kapatıyorlar.
Ancak bu coğrafyada, vazgeçmeyen, biat etmeyen bir çoğunluk var; %15-%20 arasında da olsak biz vazgeçmiyoruz.
Çünkü haklıyız!