Ahlak dendiğinde eskimiş, içtenlik denildiğinde yitip gitmiş bir şeyden söz edildiğini anlıyoruz. Engizisyoncuya, “Şu an Mesih gökten inse çarmıha gererdiniz” dediğinde Dostoyevski’nin korkunç İvan’ı, dönüşen bir inancın sapkınlığından önce kötülüğün evriminde yalanın eriştiği mertebeye işaret ediyordu. Saf olan, günümüzde ahmaklıkla karılmış olandır biraz da. İyilik, doğruluk ve ahlak, yaygın veya özel çıkara uyumlu kılındığı anda, kötülüğün kullanışlı bütün halleri, saf iyiliğin ölçülebilir tüm üstün nitelikleriyle onurlandırılmış olur. Bu durumda uygun şartlar altında yalan doğruluk, ahlaksızlık ahlak, riya içtenlik olarak parlayabilir. Verili olana bahşedilmiş üstünlük, ortak yönelimin vasatlığı adına görüntünün edindiği ün ve başarı, gerçek olanın kıymetsizliğini bir çırpıda kanıtlayabilir. O yüzden insaf denildiğinde artık hayata sağırlaştırılmış keskin bir yankıdan, hakikat gibi imkansız ve tehlikeli bir beklentiden söz edildiğini biliyoruz.
İçimiz çok karardı da içten bir şey mi bulamıyoruz, içten bir şey yok da son bir umutla eski bir güzelliğin her şeyi bir anda kavrayıp dönüştüreceğini beklemek gibi insanca bir düş veya düşüş içinde mi kıvranıyoruz, söylemek güç. Bir mantıkçı için, her şey tam olarak ne ise öyle görünmelidir, ama bu da “ortalama duyarlık” için oldukça yıkıcı ve tehlikeli, hatta düşmanca bir saptama. Yarım bir ahlakın, erdemin, güzelliğin, doğruluğun, kurtuluşun olduğuna inanılmış bir kere. Yarım olan ne varsa “gerçek” diye kuşanıp içkin kılınmış. Tam da burada itirazı alt eden soru şudur; “Bütün bir ahlak var mı ki?” Soruyu karşılayan, “Yarım bir ahlakın olabileceğini de kim söylemiş?” yanıtı, hiçbir şekilde köksüz olana karşı soylu olanının hakkını teslim edecek yetkinlikte değil. Çünkü soyut alana ait olanın spekülatif bükümlülüğü, öznel olana ait müphem doğruluğu, ikisinin uyarlanma kapasitesi, güç ve haklılık ikileminde, “gerçek” karşısında “görünüşün” uydurulmuş üstünlüğünü hep sahiciliğin kuşatıcı ilkesi diye benimsetme eğiliminde.
Ondan olmalı, çağımızda gerçek kahraman, hakikat ve fikirle ilişkisi pek kuşkulu entelektüel düzey için hem hayati bir tehlike hem de köklü bir nefret objesidir. Verili olanın üreticisi ortalama entelektüel düzey, asıl yerine kopyaların iş gördüğünü herkesten önce bilir. Değerler gibi kitle tüketimine uygun “öncü” üretimi de konumuna ve beklentilerine uygun düşer. Aksi, gerçek değerini ele verirdi. Kahramanlık gösterişli değildi hiçbir zaman, içtenlik ve yitip gitmiş diğer erdemler de. Çünkü hakikatin icrası, görünüşü ihmal etmeyi gerektirirdi. Bu yüzden gerçek kahraman, tarihin hiçbir döneminde söylencelerde söz edildiği gibi göz alıcı kılıklar içinde dolaşmamıştır. Sözü edilen üstünlükler gerçekte yok olup gitmiş değil daha, ama önemsiz ve görünmez kılınmıştır ve uzaklarda bir yerlerde sürgün. Kahraman da öyle. Orta düzey duyarlıkla uyuşan vasat karakter, sıfatıyla gerçek kişiliği uyuşmayan orta düzey entelektüel için övgüye değer yegane ideal kahraman.
Özel bir alçalışa incelmeyen niyet, bulanıklığa sığınmayan göz, kaynak ile yansımayı, doğal ile yapay olanı karıştırmaz. İkincilere yöneltilmiş güzelleştirme ilklerin çirkinleştirilmesi pahasına. Melezleştirilmeden, beyaz beğeniye yükseltilmeden, zencinin hakikati kapsanamaz. Gerçek kahramanı gölgede bir yerlerde hep bir zenci olarak bırakan ezilene yönelmiş ilgideki hesaplılık, orta düzey entelektüel beğeniye talip melez oyunculukla örtüşür. Bu sahiciliğin ölümü, gerçek kahramanın da yenilgisi. Ama bu, kendisinden daha zeki ve yetenekli olandan gelen bir yenilgi değil. Hakikat izleyicisini hakikat dışı bırakan sabırlı, sinsi, bu iki orta düzey sahte bileşim. Birinin kendini sunma biçimi, ötekinin sahiplenme biçemi, zorbalığın en yetkin hali olan kalabalıkların o ölümsüz tekdüze ilgisiyle birleştiğinde içtenliğe çekilmek, gerçek kahramana da yazgısı olan sessizliğe bürünmek kalır. Mahvedici olan sömürgeci barbarlığın çıplak hali değil, riya karşısında içtenliğin bu sessizce geri çekilişiydi. O yüzden dileğince incelsin, biliriz ki, övgü nereye yönelirse hakikat başka yerde.