Elimizden geldiğince yaşama tutunuyor, el verdikçe yaşamaya çalışıyoruz. Budur kabahatimiz. Yargıların takati, konforun çekiciliği, hepsi tek tek ve zaman zaman önümüze çıkıyor. Vazgeçtiğimiz için dışarıda, kabul ettiğimiz için içeride tıkılıp kalıyoruz. İşte bu bir yönlendirme yani mayın tarlasına sürülme. Paramparça olmayı görmenin şehveti ve tahriki götürüyor insanı bir yerden hiç tanımadığı bir yerlere.
Övülmek korkutucu ve şüphe burada. Bir spor müsabakasında kaleye konulmak ve gol yemek garantili bir oyun. Mecburiyetler çağından kaçmak varken yakalanmak en teyitli seyircilik. Ama elden gelmeyince, elden kayınca, avuçta bir şey kalmayınca tüm zenginlikler soluyor. Sanki bir gün hiç beklenmedik bir şey oluyor ve dün gördüğün bugün gördüğüne benzemiyor. İnsanı da benzetiyor bir de.
Öyle günlerin takvimi olmasın istiyor insan. Öyle günler unutmak için koparılıp suya bırakılmış yapraklar gibi olsun diye bir yarının telaşı sarıyor. Öğütülmeye meyleden dünya devri, ıslah etmeye çalışan zaman vahameti bir gün insanı bir çöl yalnızlığına, bir buzul soğukluğuna sürükler. İnsan diyorum, ne sürüklen ne de sürül, adımlarınla git bir yerlere, asla götürülme.
Farkında olarak, bazen farksız kalarak devirdiğimiz günler bu çağın bir parçası hatta ayarı. Gittikçe ve geçtikçe bir şeylere serinlik, bir yerlerde cehennem ateşi, birilerine cennet arayışı yuvarlayıp duruyoruz. Kim nerede, neye ve nasıl yakalanır hiç düşünmeden adımlar atıyoruz. Eylem çünkü bizi bir yerlere ya götürür ya da kovdurur. Bunu da geçmişten yani geç kalmış olmaktan biliyoruz.
Ismarlama hatıraları yad etme akşamları, yalnızlıkta anıları kendine söyleme alışkanlığı bizi bir yere götürmeyecek, en çok savuracak. Oysa kararsızlık, halbuki karamsarlık bir yere sıkıştıracak elbette. Öyle ki aynalar bizi tanıyamayacak. Yeniden başlamak yok, yine başa dönmeye fırsat da kalmadı.
İnsan bir gün kendine bir söz söyler, sonra bir ömür o sözün gölgesinde yaşar. İnfilak etmiş baharlar, elde kalmış yazlar, kovalanan kışlar birbirinin etrafında dönerken kendilerini ararlar. Soruların çıkmaz sokağı, cevapların tereddütleri, hepsi bir yerde asılı duruyor. Kim nereye toslar, nerede vazgeçer, bunlar biraz da ölümcül vukuatlar.
Kıskanmanın cazibesi baş döndürür, özlemenin ağrısı insanı ters çevirir. Yani insan kendi içinden çıkıp bir sürü insanda yankılanır. Çılgın bir tesadüfü, çıldırmış bir ahenk paklar bazen. Yıllar içinde, yılların kovalamacası esnasında gerçekleşir bazen bir şeyler ve insan alışmayı kabul eder. Boyun eğmek değil de sığınmak diyelim. Yerleşmek diye bir tanıma da sıkışıp kalabilir. İnsandır, mecburdur, sürüldüğü yere sığınan, gidemediği yeri ısrarla düşünen, kaldığı yere alışmaya çalışan.
Vaatle gelip tehditle rehin alma devri bitti. Geçti bir eşik, kaldı biraz daha adım. Sonra herkes istediği yerde koyvermekte özgür kalacak. Yeter ki en başta düşündüğünden uzak kalmasın, yaklaşması için kendini durmadan dürtsün. Eziyeti de eğlenceyi de unutmadan yeni adımlar atabilsin. Mesela çok özlediği o ağacın gölgesindeki serinliğin altında yeni hayaller kurabilsin. Her şey burada ancak bu kadar, dahası olsun da olsun. O ağacın altında güneş doğsun, yıldızlar görünsün, gökkuşağı bir jest yapsın, aşklar tazelensin, rüzgârlar çiçek kokuları getirsin. Bir de o ağacın altında düşenlerin ve dövüşenlerin hatırına toprağı öpelim.
Haftanın kitap önerisi: Friedrich Nietzsche, Gezgin ve Gölgesi / Çeviren: Mustafa Tüzel,
İş Bankası Kültür Yayınları