6 Şubat gecesi bir felakete uyandık. Türkiye, Rojava ve Suriye’yi içine alan bir bölgesel deprem gerçeğiyle karşı karşıyayız. Üzgünüz, milyonlarca insanın yaşadığı yerleşim yerleri kış koşullarında bir insanlık dramına dönüştü gözlerimizin önünde. Öfkeliyiz; azami kâr uğruna felaketleri ön görmeyen ve kentlere ihanet eden, toplumu değil sermayeyi kollayan zihniyetlere tebelleş olmuşuz. Toplumsal görevdeyiz çünkü biliyoruz ki felaketler karşısında çözümü üretecek olan, krizi ekonomik ve siyasal ranta çevirenler değil, bizzat bu dertlerden mustarip olan toplumun ta kendisidir. Hafızamız da, kolektif bilincimiz de, karşılıksızlığımız da, çözüm aklımız da, cesaretimiz de sermaye birikim rejiminin temsilcilerinden daha güçlüdür.
Suçlu olan bizler değiliz; suçlu olanlar kentleri sellere, insanlığı pandemiye, koca toplumu deprem yıkıntılarının altına mahkûm eden sermaye birikim yasasında ısrar edenlerdir. İşte Pazarcık merkezli son depremin gösterdiği üzere doğaya-insana düşman, sermayeye dost kapitalizm ve onun sınırsız hizmetine koşturulan iktidarlar felaketlerin baş failidir. Felaket karşısında milyonlar tek yürek olmuş vaziyette dayanışma ağlarını örerken, seferber olurken sorumluluğu gereği bu toplumsal hassasiyete ön açması gerekenler, bu durumda bile kutuplaştıran, ayrıştıran ve tehdit eden dillerinden vazgeçmiyorlar. Bırakalım vazgeçmeyi, kriz karşısında çareyi toplumu değil, iktidarlarını korumakta görüyorlar. Eşine az rastlanır böylesi bir insanlık dramı karşısında haklı olarak insanların devletten beklentileri ve iktidar eleştirileri karşısında çözümü OHAL ilan etmekte bulan kendinden menkul bir zihniyetle karşı karşıyayız. Oysa asgari bir demokratik zihniyetten toplumun dayanışmaya son derece açık bu hali karşısında süreci kolaylaştırıcı, şeffaf ve katılımcı bir tarzda yürütmesi beklenir. Bu cümleyi kurarken bile söylemeden edemiyoruz, biz de konuşuyoruz, laf ola beri gele!
Tabii ki biliyoruz; OHAL kararı, Gezi İsyanı’ndan bugüne iktidarın toplumsal hareketlilik ve muhalefet karşısında yaşayacağını bildiği yönetim zafiyetinin bir sonucudur. Dolayısıyla OHAL ilanıyla amaçlanan; deprem bölgesini yalıtmak, halklar arası dayanışmanın ve toplumsal tepkinin önüne geçmek, muhalefeti afet bölgesinden uzak tutmak ve tarafsız, özgür haberciliği engellemektir. Tek elden yürütmek, tek elden bilgilendirmek, tek elden “yardım” etmek ve tek elden kazanmak, bu iktidarın karakteridir. Tıpkı Diyarbakır Sur’da yaptıkları gibi yerleşim yerini kapatmak, toplumdan tecrit etmek ve yalıtılmış mekanlarda kendi siyasal, ekonomik ve toplumsal rantını devşirmek öğrendikleri bir yönetim tekniğidir.
Düşünsenize Anayasa’nın 119. maddesine atfen tabii afet gerekçesiyle deprem bölgesini kapatanlar, borsayı açık tutuyor. Yani bu ne demek oluyor? Afet bölgesinin kapatılmasıyla depremin yaralarını toplumun değil, sermayenin sarması amaçlanıyor. Deprem anından itibaren üç gün boyunca açık olan borsada çimento, demir benzeri inşaat malzemelerinin sermaye tarafından toplanması, kentlerin yeniden inşası sürecinde varını yoğunu kaybetmiş insanlara yeni ekonomik maliyetler çıkarılacağı anlamına da geliyor. Felaket günlerini bile sınırsız kâr birikiminin aracısı haline getiren bu sisteme binlerce kez lanet olsun! Haliyle bu lanetli sistem, enkaz altındaki binlerce insan kurtarılmayı beklerken bir sözcüsüne “yerli battaniye” övgüsü dizdiriyor.
Şimdi bu ahlaki çürüme karşısında elbette ki bölgedeki insanlara depremzede diyemeyiz. Doğal afetlerin faturasını yükselten bu sistemsel gerçeklik karşısında ortaya çıkan durumu sermayezade, iktidarzade olarak tanımlamak, hakikate saygılı olmamızın bir gereğidir. Dolayısıyla felaketin boyutlanmasının sebebi olduğu kadar felaketten sonrası bedelin halka ödetilmesinin sorumlusu da tekelci sermaye düzeninin kendisidir.
Bütün bu karamsar tabloya rağmen afet karşısında ülke insanlarının ve düne kadar düşman ilan edilen devletlerin vatandaşlarının gösterdiği dayanışma, geleceğe daha bir umutla bakmamız gerektiğinin vesilesi oldu. İster sınır içinden olsun ister sınır ötesinden olsun, insanlar arasında kurulan bu gönül köprüsü, düşmanlığın halklar arasında değil devletler arasında olduğunu bir kez daha gösterdi. Unutmayalım ki, sermaye düzeni kendi sürekliliğini sürdürmek için düşman üretir. Devletlerin görünürdeki bu düşmanlık görüntüsünün altında sermayenin kardeşliği vardır. O zaman bu sözde düşman, özde kardeş devletlerin karşısına halkların dayanışmasıyla dikilmek zorundayız. Toplumun dayanışma ve özgürlük bilincinin yegâne kurtuluş gücü olduğunu görmek durumundayız. Sonuç olarak biz halklar, bugünlerde dezavantajlı görünebiliriz, düşürülmüş de zannedilebiliriz. Düşebiliriz de. Kentler de düşebilir ama öz örgütlenmeleriyle, dayanışma ağlarıyla, yurttaş meclisleriyle ayağa kalkan halklar, kentleri de ayağa kaldıracaktır. Şimdi yaralarımızı da birlikte sarma zamanı, dayanışmayı da birlikte örme zamanıdır.