TBMM’nin salı günkü oturumundan sonra da milyonlarca insan çok merak ettikleri “Suriye’de ne işimiz var?” sorusunun yanıtını öğrenemedi. Çünkü, oturum gizliydi. Doğrusu, açık olsaydı da bu gayrimeşru savaş ve zayiatına dair bilmediğimiz hiçbir şeyi öğrenmiş olmayacaktık. Gizliliğinin tek sahici nedeni, hükümetin böyle bilgiler verecek olması değil, savaşın toplumda yol açtığı derin yarılmanın TBMM TV’den de yankılanmasından sakınma ihtiyacıydı.
Gerçi, Erdoğan “Suriye’de ne işimiz var?” sorusuna, hiç yanıt vermemiş değildi. Toplumu sarsan son kayıpların ardından arzı endam ettiği, çiğ şakalarla bezeli konuşması safsatadan arındırıldığında, savaşın bir iktidar kaldıracı olarak kendisi için ifade ettiği anlama dair pek çok ipucu sunuyordu: “Bugün Kamışlı’da, Resulayn’da, Tel Abyad’da, Aynelarab’da, Cerablus’ta, Münbiç’te, El Bab’da, İdlib’de vermediğimiz savaşı, Allah göstermesin yarın Şırnak’ta, Mardin’de, Şanlıurfa’da, Gaziantep’te, Hatay’da vermek zorunda kalırız. Çünkü karşımızdaki senaryonun asıl hedefi Suriye değil, Türkiye’dir. Suriye’de istediklerini alanlar namluları hemen Türkiye’ye çevirecektir.”
Erdoğan, konuşmasında “teröristleri silahlarından arındırmak” üzere “Soçi Mutabakatı”yla girdiği İdlib’de BM’nin açıkça “terörist” listesine koyduğu Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) komutasında on binlerce silahlı güçten meydana gelen bir cihatçı kolonisi oluşturmakla ilgilendiğini saklamaya çalışmıyor bile. Dahası, Bahçeli ve Saray çevresinde toparlanan bütün ırkçı ve faşist güçlerin verdiği açık destek bu stratejinin sadece Erdoğan’ın hilafet heveslerinin yansısından ibaret olmayıp bir kolektif “tarih şuuru”nun ifadesi olduğunu da doğruluyor.
Erdoğan, “ne işimiz var” diyenlere var olan güç dengesi içinde İdlib’in düşmesinin, Türkiye’nin Kürtlerle savaşa sürdüğü bütün muharip ve rezerv vekil güçlerin -ÖSO (SMO), HTŞ, DAİŞ- nihai bozgunu demek olduğunu anlatmak için dil döküyor. Gerçekten de Selefilerin İdlib’de yenilmesi, halen “kaymakamlık” olarak TC envanterine kaydedilmiş istila altındaki Cerablus, Minbiç, Efrîn, Grê Spî ve Serêkaniyê’de baş gösterecek Kürt direnişleri karşısında TSK’nin ya Ankara’ya kadar çekilmesi ya da İdlib’i ve kolonileri elden çıkarmamak için Suriye’yi bilfiil istilaya girişmesi anlamına geliyor. Çekilmek, bozgunu içeri taşımak, saldırıyı sürdürmek ise Rusya ile savaşmak ve sonuçta her iki halde de çöküş demek.
Erdoğan’ın İdlib’deki cihatçıların yenilgisini, rejimin toplumsal dayanaklarını nüfus yapıları Selefi göçüyle büyük ölçüde değişen Kürt-Arap kentleri Urfa, Antep, Mardin ve Hatay’daki olası çöküşüyle ilişkilendirmesi konuşmasının en çarpıcı anı: Erdoğan savaşı meşrulaştırma çabası içinde Selefilerin Türkiye iç siyasetinin bir sabiti haline gelecek ölçüde rejimle bütünleşmiş olduğunu ağzından kaçırıveriyor.
Ne var ki, bu çarpıcı çelişkilerin yansıttığı ahlakî ve siyasî çürümüşlük, rejimin otomatik olarak kısa vadede kendi üzerine yıkılıvereceğini müjdelemiyor. Tersine, Erdoğan’ın her bir zerresi için bir meydan muharebesinden en zelil pazarlığa kadar bütün kozlarını masaya sürmeden iktidarı elden çıkarmayı aklından bile geçirmediğini, gösteriyor.
Ankara’nın Rusya-Suriye-İran eksenini karşısına alır almaz, ABD-Avrupa ekseninden (NATO) gördüğü muazzam iltifatlara, HTŞ’nin Trump’ın özel temsilcisi James Jeffrey’e bir anda “ılımlı muhalif” olarak görünmeye başlamasına, mültecileri Ege Denizi’nde boğduran Ankara’da bir şefkat kelebeği buluvermesine bakınca aralarındaki derin çelişkiye rağmen Erdoğan ve “Batılı müttefik”lerinin birbirlerine duydukları ihtiyacın sürdüğünü görmek zor değil. “Batı”nın Moskova karşısında Ankara’ya dolaylı ve pasif de olsa artan desteği ve “sırt sıvazlama” (appeasement) politikasının hep olduğu gibi saldırganın cesaretlenmesinden başka bir sonuç vermesi düşünülemez. Bugünkü Putin görüşmesi de can attığı gibi “ateşkes” ile sonuçlanacak olursa Erdoğan “uzayan savaş” siyasetiyle iktidar yürüyüşünde bir virajı daha geride bırakmış olacaktır.
Muhalefet, Erdoğan’ın sadece güçle belirlenen ve bilinen hiçbir diplomatik ve politik teamülle bağdaştırılmasına olanak olmayan “uzayan savaş” siyasetine, ezberini bozarak ve Georg Büchner’in savaşlar sürdükçe yoksulların dilinden düşmeyecek çağrısını anımsayarak karşılık vermeye başlayabilir: “Kulübelere barış, saraylara savaş!”