Korkunç Beyaz adlı öykü kitabından sonra geçtiğimiz günlerde Mahal Edebiyat Yayınları’ndan ilk romanı Uzakta Bir Yerde çıkan İbrahim Halil Çelik’le romanı üzerine konuştuk
Hüseyin Bul
Uzakta Bir Yerde bir dönem romanı, doksanlı yıllarda İstanbul’da üniversitede okuyan Cahit’in ‘olaylara karışmadan’ öğrenimini tamamlamasını ve sonrasını konu ediniyor. Bu ‘olaylara karışma’ bölgede oldukça popüler olan, neredeyse her ebeveynin evden uzaklaşan çocuğuna tembihlediği hafif tedirginlik ruhunu temsil eden zamanla komikleşen bir özdeyiştir.
- ‘Uzakta Bir Yerde’ aynı zamanda bir aşk romanı, devrime hazırlanırken aşkı geri plana itenleri geri iten bir roman. Siz nasıl değerlendirirsiniz Uzakta Bir Yerde’yi?
Aşk, hayatın her yerinde olduğu gibi romanda da kendine yer bulacaktı elbette ama benim gayretim ikircikli bir karakter olan Cahit’in ruh halini romanın bütününe yaymaktı aslında. Bu ruh hâlinin içinde aşk da var, devrim de var, siyasi konuşmalara heves etmek de. Roman okunduğunda, bu durumun romanın tekniğine, kurgusuna ve diyaloglarına bile yansıdığı görülecektir, diye düşünüyorum. Cahit karakteri bir türlü karar veremeyen bir tip: Aşkı mı öncelemeli, siyasi fikirlerini mi yoksa okulu mu? Bunları düşünerek hayatı kaçırıyor belki de.
- Üzerine ağıtlar, şarkılar, türküler yazılan Fırat Nehri, kıyısındaki insanların gelgitli ruh hallerini aktarırken arkada akıp giden sessiz bir dram da var. Hani neredeyse ağıtsız, dramsız bir tarihimiz yok gibi. Yanılıyor muyum?
Haklısınız. Fırat, bölge için çok şey ifade ediyor. Yeri geldiğinde bir kurtarıcı, bir kahraman, yeri geldiğinde katil. Oradaki herkesin Fırat’la bir geçmişi, bir yaşantısı var mutlaka. Dert de ondan derman da desek abartmış olmayız sanırım. Günümüzde, Fırat bir turizm metası hâline dönüştürüldü adeta. Şimdi buna ağıt yakma zamanı.
- 80 darbesinden sonra insanların devleti temsil eden her şeyden çekinmeleri, geri adım atmaları, korkmaları… Sonrasında Özal hükümetiyle yapılan barajlar, elektriksiz köylere elektrik gitmesi, yolların asfaltlanması, derken her eve giren televizyonlarla bir anlamda ‘medeniyetle’ tanışılması… Fakat bütün bunların bir bedelinin olduğunu anlatıyorsunuz, nedir bu medeniyetin insanın ruhunu süpüren, talan eden, anılarını, geçmişini, tarihini yağmalayan, parçalayıp tahrip eden özelliği, medeniyet bu mudur?
İlk sorunuza cevaben şunu diyebilirim: Bedeli, sosyal bir çürümenin başlaması. İkinci sorunuza gelirsek; buna medeniyet değil de değişim demek daha doğru. Sosyal değişim, kültürel değişim ve neticesinde bir çürüme. Hayatın her yerinde başlayıp yayılan bir çürüme. Bunu onarmak çok güç, belki de imkânsız. Tahrip olan her şey beraberinde başka tahripleri de getiriyor çünkü. Bu tahrip doğurganlığına şaşmamak elde değil. Ama ne yazık ki şaşırmayanlar daha fazla. Buna da şaşırmamak elde değil.
- Bugünlerde ve özellikle bugünkü siyasi iktidarın her daim gündemde tuttuğu Ayasofya Camii neredeyse siyasi bir figür halini almış durumda. Fakat roman içinde Elif’in tarihi yapılara dair hazırladığı ödevinde de görüyoruz ki Kral Justinianus’den Fatih Sultan Mehmed’e kadar hepsi halkın üzerindeki zulmü hiç eksik etmemişler. Kendilerini siyasi figür haline gelmiş mabetler, yapılar üzerinden var etmeye çalışmışlar. Dönemimizdeki büyük adalet sarayları, cumhurbaşkanlığı külliyesi, Bitlis’teki cumhurbaşkanlığı köşkü vs. derken neredeyse benzeşik bir tarih mevcut; halk fakir ve yoksul ama binalar, saraylar, köşkler büyük. Bu konuda ne dersiniz?
Bence tarihte bunun örnekleri çok. İtibardan tasarruf edilmez dedikleri, bu konuda ilgili dini kurumların fetva verdiği ve halkın da –en azından büyük bir kısmının- bunda bir sakınca görmediği bir düzenden bahsediyoruz. Bu düzen hep olacaktır. Bundan rahatsız olanlar olduğu gibi memnun olanlar da olacaktır ve bence bunlar daha çok. Ve –yine bence- bunların sayısı hep daha çok. İktidarlar onlar sayesinde istedikleri gibi at koşturmaya devam edecekler.
- Romanda, Elif özelinde kadın karakterleri evlilik düşkünü, işini, mesleğini yaptığı, kurduğu halde erkeğin ağzına bakan edilgen bir tip olarak çizmişsiniz. Sanki çok yol kat ettik bu konuda, yanılıyor muyum? Hani neredeyse Türkiye’deki tek dinamik muhalefetin o taraftan geldiğini söylesem abartmış olmam.
Romanın anlattığı yıllar 90’nın sonu, 2000’lerin başı. Elif karakteri de o devrin sosyal yaşamında kendine edilgen bir yer bulan bir kadın. Günümüzde bu durum aşılmaya çalışılsa da çok başarılı olduğu söylenemez. Ataerkil bir anlayışla büyütülmüş bir erkek çocuğun –hatta kız çocuğunun da- kadını müşterek bir hayat anlayışıyla görmesi çok zor. Ama bir değişim var. Bunu söylemek mümkün.
- Barajın yapılmasıyla, tarihi yapılar, camiler, köyler, tarlalar, anılar derken her şey su altında kalıyor ve yöre insanından kayda değer bir tepki gelmek yerine ödenecek istimlak bedellerine seviniyorlar. Alt metinde bu tepkisizliğin de bir bedelinin olacağını söylüyorsunuz. Nihayetinde yakın dönemde Hasankeyf örneğinde de gördük ki mevcut iktidarlar tarihsel ve değerli eserleri umursamıyor. Diğer taraftan Göbeklitepe’nin ortaya çıkmasıyla neredeyse davul çalıp dünyaya duyurdular. Peki, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demezler mi?
Derler. Hükümetlerin, devletlerin kendi çıkarlarına göre hareket etmeleri kadar doğal bir durum yok bana göre. Bir tarihi gömerlerken başka bir tarihi yüceltmeleri, yerlere göklere çıkarmaları da siyasi bir hamleden başka bir şey değil. Neticede devletlerin menfaatleri vardır ve ülke o doğrultuda yönetilir.Tabii bu menfaat durumunda, ülkenin kendi vatandaşları zarar görüyorsa orada bir beceriksizlik veya art niyet aramak da gayet normal. Rant, çıkar, şu, bu… Hepsini işin içine katabiliriz. Burada zarar gören, tarihi eserler ve o bölgede yaşayan halk oluyor, doğa oluyor. Haklı olan ise hükümetler/devletler; patronlar, ağalar, paşalar…