Hafifçe sendelemek yetti, yıkılıp gitmek gecikmedi. Enkazın içinde dolanırken gözlerini indirip bakmak gelmiyor içinden kimsenin. Önce yukarıya, sonra öteye, sonra daha da öteye. Bir ufuk, bir ışık, bir yol için değil, yalnızca görmemek, hiçbir şey hissetmemek için. Sırf altından sağ çıktı diye, şu yıkıntılar arasında sırf nefes alıyor diye, aslında kimsenin yaşayamayacağını anlıyor en kaygısızlar bile. Yine de yakarılar ile kahkahalar birbirini izliyor, kederli yüzlere mutlu resimler eşlik ediyor. Bir yaşam kanıtı, bir hayat doluluk belirtisi, eskiden nasılsa öyle sürdüğüne kendini inandırsın diye belki. Bir gün daha, bir hafta daha. Talihini, bütünüyle kavrayışsızlığına borçlu olduğunu hissedermiş gibi içine gömülüyor. Yanı başında konuşulanlara kulak kabartmıyor, etrafındakilere şöyle bir göz atma gereğini bile duymuyor artık. İşiteceği bildiklerinden, göreceği yaşadıklarından fazla ne söylesin!
Kaçmak, hayatla ölüm arasında bir tercih yapmak olanaklıymış, duygularını ve düşüncelerini duvar saati diye asılan çocukların gözlerine ayarlamak artık mümkünmüş gibi. Bir anlama çabasından sayarcasına, “Şimdi söyle bakalım, daha ne kadar acı çekebilir bir insan?” Ve kendi içinde, ölümden kaçan bir genç kadın yanıtlarmış gibi, “anlayamayacağın kadar çok” diye mırıldanıyor. Gülümsemesinin, barut isli bir aynanın içinden geldiğini ve bir şeye benzemediğini görüyor, ama yine de gülüyor işte. Tebessümü, kocaman açılmış ağzında iri sapsarı dişleri görünen at ölülerinin gülümseyen yüzü.
Tökezlediği bir yaralı, az ötesinde kireçtaşı sessizliği bir başka kalıntı. Altı üstüne getirilmiş bir ülkenin yıkıntıları. Molozların arasında kesik eller, kopmuş bacaklar, çıkarılmış gözler, rüzgarda sayfaları öylece devrilen kitaplar. Tesadüfen ayakta kalmış bir duvara yaslanmış, yaşayanların yasını tutan ölü yaşlı kadınların donmuş gözleri.
Keskin bir ceset kokusu, bir taş yığını. Her adımda insan parçaları. Kanlı bir baş, bir çift kadın ayağı, yırtık çocuk terlikleri, ihtiyar bir adamın saçılmış boğumlu parmakları. Hiçbir şey görmemek için bulutlara, aysız ufuklara bakıp geçmek gerek şimdi.
Henüz bir ceset olamadığına sevinir gibi uzağa, çok uzağa çevrili bütün gözler. Yakına düşmüyor, içine sızmıyor bakışları. Savaşın ve dehşetin kovaladığı titreyen bir kız çocuğu gibi koştuğu tepeden ve üstünde batmakta olan güneşten, yusyuvarlak ve kıpkırmızı güneşten gözünü alamıyor hiç kimse. Yıkıntılar görünmüyor, ölüm solunmuyor oradan. Yemyeşil, taptaze ve huzur dolu bir yaşam vaadi. Dibinde geniş ve sığ bir ırmak, kıyısında sımsıcak saran dingin kumullar. Eteğinde gökyüzüne tırmanan ağaçlar, karanlık uzun dallarında pul pul yanan altın sarısı yapraklar. Belki ötesinde bahçeli huzur dolu bir küçük barınak!
Mutlu çocuk günlerinin çağrısı, mayıştıran anılar. Varıp oturmalı, hava nasıl iç açıcı! Ilık bir şeyler, üstünde buharın tüttüğü yeşil otlardan yayılan yasemin, menekşe ve daha bir sürü ilk çocukluk sevinci kokular. “Korkuyorum, ama nasıl bir bilsen! Yaşamak istiyorum, bir ay, olmadı bir hafta, bir gün, hatta bir saat daha…” Yok, düş kurduğu yok kimsenin, ne yaşama isteği, ne onu arkalayan o verimli korku. Ne şimdi öyleymiş gibi yaparken ne de yüzsüzlüğüne boğulduğu daha öncesi. Yıkım öyle geldi zaten, hile ve yalan içinde, ateşli kıvranışlar kılığında. Öyle sessizce de değil, kükreye çatırdaya çıka geldi.
Acıyor şimdi herkes, tanıdığına tanımadığına tüm duyularından kopmuş, acısızlığa varan bir acı. İyileştirmeyen türden. Birbirini ezen, derin ve neredeyse dayanılmaz bir acıma. En ağırı, en alçaltıcı olanı. Herkes birbirine acıyor ve bu duygu, her birini ötekinin gözünde küçük düşürüyor. Öfkeyle atılan da sessizce çekilen de aynı dolu gözlerle bakıyor, can çekişen bir köpeğin o dolu gözleriyle. Belirsiz ve dokunaklı sözler, ama duyanı hayata bağlayan o en gerekli saygıdan yoksun.
Enkazdan sağ çıkmak, yaşamak değildi her zaman. Anlarmış gibi bakıyor şimdi herkes, ama düşsüz, ama duygusuz, alabildiğine hürmetsiz. Uzak, uzaktan daha uzakmış, görür gibi kısılıyor. Fakat tüm incinmez gözlerden balkıyıp dökülen yalnızca bir tek kıvılcım, ölümün boşluğu ve hiçliğinden kopup gelen o kül dilsizliği bir tek soğuk kıvılcım.