Görüp yaşadıklarımızın anlatmadığını, söylenceye bulanmış bir resim duyuruyor. Söyledikleri yüzünden değil, söyleyemedikleri yüzünden sararıp soluyor insan. Yaptıkları belirlemiyor, yapamadıkları yüzünden çürüyor. Olduğu şey yüzünden çökmüyor, olamadığı şeyden göçüp gidiyor. Saydam ve dokunulur bir şey değil, bilinmezliklere ve erişilmezliklere eş değer. Keramet ve lanete, kehanet ve cehenneme. Gerçek! O doğrudan bakılamayan, bakıp da dokunulamayan. “Gerçek öldürür” demek istemişti, zamanın kumlarına gömülmeden önce ve yeniden gün yüzü gördükten hemen sonra. O en eski söylence: “Yaşıyormuş gibi yapın ve yaşayın, varamadan ölün yoksa”. Orada gerçek ve hayat, karanlık ve ölümle tembihli; güçlü ve diri olan, göçük ve unutulmuşlukla.
Kayıtlara geçemeyenler doğurdu, Lord Tenyyson yazdı, Waterhouse resmetti, Lorenna Mckennitt söyledi. Resmedildiği günden beri, Cemelot’a akan bir nehrin kıyısında henüz suların alıp götürmediği bir kayığın içinde oturmuş bakıyor. Bize değil, kendi ölümüne. Bir ada, adada bir kule, kulede kilimlere hayalleri işlenmiş ve gerçek dünyayı duvardaki aynadan izlemeye mahkum bir kadın, Shalott Leydisi Elaine. Düşünebilir, hayal edebilir, arzulayabilir, sadece bir aynada gördüğü sürece hissettiklerini ve duyduklarını dokuyabilir, ama bakamaz Leydi. Dokunamaz, peşinden gidemez. Bunu gerçek anlamda hayal edemeyeceği, duyamayacağı, hissedemeyeceği, dokunamayacağı bir ceza diye okumak gerek. Kral Arthur’un ilk şovalyesi Lancelot’un aynadaki yansımasını görür, kuleye çarpıp dönen sesini işitir de pencereye koşmaz mı umutsuz düşlerin kızıl saçlı ecesi! Varsın parçalansın ayna, varsın lanet hükmünü gerçekleştirsin, varsın ulaşamadan alsın onu ölüm…
Söylence, şiir ve müzik değil, resim çarpıyor. Yüzyılların yazgıya parçalandığı, ıstırabın zamana yarıldığı yerden, işlenmemiş bir tutkunun varamayacağı bir uzaklığın içinden bakan yüzü doğuruyor söylenceyi, şiiri ve müziği. Keder ve acı soluyan aralık dudaklarından dökülmek üzere olan, duyup duyabileceğimiz en büyük sırrı hayatın: Başlangıcı olmayan bir geçmiş ile sonu gelmez bir gelecek arasında sadece bir an. Hayat dediğiniz ne uzun bekleyişler, ne de hiç uyanamayacağınız sonsuz düşler arasında kayıp giden şey. Hayat sadece o andan, gerçek anlamda hissettiğiniz o kısacık andan ibaret. Bir gölge olarak, gölgeler ve yansımalar içinde sonu gelmez hülyalara karşılık görülebildiği, dokunulabildiği, hissedilebildiği anda, ölümle okunmuş yüreğin kafesinde tutamadığı, göz açıp kapayıncaya sönen o doludizgin heyecan.
“Yaşam bir rüyadır, uyanmak öldürür” diyen Virginia Woolf, “bakmak öldürür” diyecekmiş gibi susarak bakan Shalott Leydisi’nin doğrulayıcısı ancak. Bakmamak, görmemek, hissetmemek ile lanetlenmiş, topluca kapatıldığı bir kulede gölgeler ve yansımalara hayat diye ölümüne asılan biz yıkım çağının esirleri de onun izleyicisi. Canlı diye tasavvur edilen biz ölü gövdeler. Rüya değil uyanmanın, yalan değil gerçeğin öldürebileceği varlıklar. Asla pencereden bakamayacak, asla o kuleden çıkamayacak, asla o kayığa binemeyecek, ama bütün bunları hep yaşamış gibi ölümüne hayat uydurulmuş bir dünyanın düşsüz yerlileri olan bizler. Olmayan sulara olmayan kürekleri salarken kendi hikayesizliğine değil, resimdeki bir kadının kederli yüzü için biz gözyaşı dökenler.
Dokunaklı bir hikâye gibi okunsa ve söylencelerde bir hayalet gibi dolaşsa da kuleden indirilip bir kayığın içinde resmedildiği anda, ölümünü izleyen Shalott Leydisi gerçekte yaşamıştır, yaşayabildiği kadar. Kendi kaderinin efendisi sanarak tıkıştırıldığı yapay evreninde nefes aldığına inandığı anda gerçekte ölmüştür bir resme gözyaşı döken, ölebileceği kadar. Anlamak istemiyoruz işte. Olduğumuz ve yaptığımız şey değil, olamadığımız ve yapamadığımız şey öldürecek bizi. Mahvoluşumuz yalan yüzünden olmayacak, hakikat paramparça edecek bizi. Ve biz bir kez olsun bakmadan, ölüme hayat diye sarılmayı sürdüreceğiz. Ola ki bir gün bir ses duyar, duyduğunu görmeye koşar da ayna parçalanır, kuleden iner ve kayığa atlarız, işte öleceğimiz o an, gerçekte yaşadığımızı hissedeceğimiz tek an olacak.