Ermeni halkının dört bin yıldan daha eskiye ulaşan tarihi içinde ulus bilincinin en yüksek seviyeye ulaşması 19. yüzyılda gerçekleşti.
Milattan önce Karadeniz, Akdeniz ve Hazar Denizi arasında uzanan bir krallık oluşturduğu Dikran II dönemi, Ermeni milliyetçiliği için içi boş bir Turan ülküsüne benzetilebilir. M.S. 301 yılında Kral Dırtad’ın Hıristiyanlığı benimsemesi ile Ermenilerin tarihteki ilk Hıristiyan devlet olduğu da tartışmalı bir konu. Kralın Hıristiyan olması ile halkın da bir günden öbürüne dinini değiştirdiği savı temelsiz bir iddia. Tersine, toplumun birkaç yüzyıl boyunca pagan inancını koruyabilmek için ciddi direnç gösterdiği, Hıristiyan inancının kanlı baskılarla, kılıç zoruyla kabul ettirildiği Ermeni resmi tarih yazımının görmezden geldiği bir gerçekliktir.
451 yılında ise Sasani Krallığı’nın Zerdüşt inancını zorla dayatmasına karşı bir direniş olan Vartanlar Savaşı da ulusal birlik fikrinin en önemli temel taşını oluşturur.
Ancak modern anlamda ulus bilinci 19. yüzyılda, Ermenilerin devletleri olmayan bir dönemde şekillendi. O yüzden de bu bilincin şekillenmesinde askeri güç birikimi veya devlet himayesinde gelişen bir sermaye birikimi değil, toplumun bütünüyle katıldığı aydınlanma süreci, okullaşma, devrimci ideolojiler, sanat ve edebiyatta kaydedilen sıçramalar belirleyici oldu.
1800’lü yılların ortalarına gelindiğinde, Ermenistan’da ve Ermeni nüfusun bulunduğu her yerde inanılmaz bir okullaşma yaşandı. Aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı şehirlerinde açılan misyoner okulları da bu aydınlanma seferberliğine büyük katkı sağladılar.
Ancak bu önemli uyanış tarihin tuhaf bir çelişkisi olarak, gitgide dinsel bağnazlık temelinde yükselen karşıt bir milliyetçiliğin kucağında gerçekleşiyordu.
Nitekim bu karşı milliyetçilik akımı varlığını Türk-İslam ittihadı ile, diğer bir deyişle yayılmacı Turan ülküsü ile şekillendirdiği için, 100 yıllık bir zaman diliminde hem Ermeniler hem de onlarla birlikte benzer bir aydınlanma süreci yaşayan halklar imha edildiler.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslümanlaşmış halklarından Lazlar, Gürcüler, Hemşinliler, Abhaz, Kabartay gibi Çerkes boyları ise yukarda anılan ittihadın nimetlerinden yararlanmak üzere gönüllü bir şekilde asimile oldular.
Asimilasyona direnen Dersimlilere, Alevilere ve Kürtlerin devrimci kesimlerine karşı hayata geçirilen operasyonlar da henüz tarihe mal olmadılar, aksine tüm hızıyla günümüze kadar sürüyor.
Bu notlar hem Yeni Yaşam okurları hem de bu sütunun takipçileri için bilinmeyen şeyler değil. Yine de böyle bir yazı yazılmasının esbabımucibesine gelirsek, geçen hafta boyunca gazete manşetlerini anımsamakta fayda var. Cumhurbaşkanının Fırat’ın doğusuna yönelik bir askeri harekâtın hazırlıklarını duyurmasından sonra Türkiye medyası tek sesli bir koro halinde yeniden savaş çığırtkanlığına girişti.
Kendi bakış açısı içinde son derece anlaşılır bir gerekçe var orta yerde. 19. yüzyılda Ermeni ulusal bilinci kendisini çevreleyen halklardan çok daha yoğun bir aydınlanma yaşamış, bedelini de ağır bir şekilde ödemişti. Şimdilerde ise yeni yeni oluşmaya başlayan Kürt uluslaşması, kendini çevreleyen halklardan çok ötede, onları çok aşan bir siyasi uyanış yaşamakta.
Post Sovyet dünya konumlanmasında sadece Kürt coğrafyası için değil, bütün bir bölge ve Ortadoğu için en gerçekçi, en barışçı, katılımcı bir demokrasi modeli öneren Kürt siyaseti, son derece sınırlı olanaklarla görünür olduğu oranda heyecan yaratma gücüne sahip. En önemlisi de 80’li yıllardan beri terennüm edilen globalizmin yol açtığı mikro milliyetçiliklerin çatışmacı siyasetine karşı özellikle Rojava anayasasında ifadesini bulan bir arada yaşama önermeleri ile pek çok derde deva olabilecek bir özelliğe sahip. Bu yüzden de çok yönlü bir ihanetin hedefinde.
Ulusların uyanışı, kendilerini çevreleyen unsurların önüne geçtiğinde felaketlere yol açabilir. Ermeniler 100 yıl önce bunu acı bir şekilde deneyimledi. Kürtler ise bu deneyimi de bilerek kimseden medet ummadan, öz bilinçleri ve özgüvenleri ile yürümek zorundalar.