ABD ile Erdoğan iktidarı arasındaki çatışma, emperyalist merkez ile yerel iktidarı arasındaki bir çatışma. Çatışmanın bir tarafında “Türkiye’ye boyun eğdirmeye çalışan emperyalist merkez”, diğer tarafında da “Ulusal egemenliği muhafaza etmeye kendini adamış bir halk kahramanı” yok. Bir tarafta bölgesel planları sarpa sarmış bir emperyalist merkez, diğer tarafta bu planlar yüzünden iktidara getirilmiş, planlar batınca sırttaki kambura dönüşmüş bir “yerli işbirlikçi eskisi” var. Peki, bu çatışma yeni sömürgeciliğin krizine yol açacak derinlikte bir çatışma mı?
Erdoğan ile ABD arasındaki çatışmanın derinleşmesiyle Türkiye’yi emperyalizmin yeni sömürgesi olmaktan çıkaracak bir yola girilebilir mi? Eğer böyle bir olasılık varsa, açık faşist diktatörlüğe karşı mücadele, “Bağımsız Türkiye” mücadelesi ile çelişkiye mi girer? Erdoğan’a karşı mücadele edildiğinde ABD ve Batı emperyalizmi ile yan yana düşülmüş mü olur? Emperyalist merkez ile yerel iktidarı arasındaki çatışmayı, faşizme karşı mücadelenin önünde bir engel olarak görmek kadar büyük bir saçmalık yok.
Arjantin cuntacıları boka battıkları için Falkland’ı işgal edip İngiltere’ye savaş açtıklarında “Arjantin’in ulusal bağımsızlığı”nı mı temsil ediyorlardı, kendi rezil iktidarlarını mı? Arjantin’in demokratik muhalefeti “Şimdi emperyalizme karşı mücadele ön plana çıktı, Videla diktatörlüğüne karşı mücadeleyi ikinci plana almalıyız” diyebilir miydi? Ya da Batılı emperyalist devletler Apartheid iktidarına karşı ticari abluka uygulamaya başladıklarında Afrika Ulusal Kongresi “emperyalistlerle aynı safa” mı düşmüştü? Olmaz ya, bir an için ABD-Erdoğan çatışması nedeni ile Türkiye oligarşisinin Erdoğan önderliğinde ABD ve Batı emperyalizminin yeni sömürgecilik sisteminin dışına çıktığını düşünelim.
Ne olacak? Türkiye egemen sınıfları ayakta durabilmek için bağımsız, halkçı bir birikim modeline mi yönelecek? Yüksek gümrük duvarlarının arkasında, halkın enerjisini kendine yeterli ve yüksek katma değer üreten bir ekonomiye seferber edecek bir “yeniden kuruluş planı”nı mı hayata geçirecek? Erdoğan’ın ve (eski-yeni büyük patronları, Koçları, Sabancıları, Zorluları, Çalıkları, Cengizleri ile) Türkiye oligarşisinin böyle bir yola yönelmesi mi, yoksa muazzam bir çürümüşlük ve zorba bir emek rejimin hüküm sürdüğü sözde bağımsız bir üçüncü dünya diktatörlüğü yoluna mı yönelmesi daha akla yakın? Erdoğan Türkiye tekelci sermayesini, tekelci sermayenin en emperyalist en gerici en şovenist politikalarının tiryakisi haline getiren bir siyaseti temel alıyor. Neoliberalizmin harcıalem “kurallarının” değil, özünün, “halkı proleterleştirme, sermayeye dayalı üretimi genelleştirme” nin(1) tavizsiz bir savunucusu olarak Erdoğan’ın, kapitalist dünya sisteminin dışına çıkması mümkün değil. Zaten Erdoğan’ın bulunduğu düzlemde öyle bir dünya da yok.
Rusya’nın ve Çin’in “net sermaye ihracatçısı” emperyalist ülkeler olduklarını, “Batı emperyalizmi”nin etki alanının kenarına çıkmış, dışına düşmüş veya içine girememiş, girmesi bir şekilde engellenmiş Hindistan, İran, Türkmenistan, Kazakistan gibi ülkelerle yeni etki alanları oluşturmanın peşinde olduklarını zaten biliyoruz. Bu “yeni” emperyalist merkezlerin kapitalist dünya sisteminin eski merkezleriyle aralarındaki çatışma-birlikte yaşama ilişkilerin (emperyalistler arası entegrasyon) ulaştığı seviye henüz yeterince “açıkta” değil. Bununla birlikte ortada, ne 2. Dünya Savaşı sonrasının “iki kutuplu dünya”sına ne de 1. Dünya Savaşı sonrasının emperyalistler arası kamplaşmasına (Mihver/Müttefik Devletler) benzetilebilecek bir kutuplaşma yok. Rusya, Çin ve yakın partnerleri ile ABD ve “Batılı” emperyalist merkezler arasındaki ilişkiyi belirleyen unsur “pazar paylaşım mücadelesi” ya da egemenlik alanlarını güvenlik sistemleri temelinde birbirinden yalıtma girişimleri değil.
Tersine, Rusya, Çin ve partnerleri emperyalist kapitalist sistemin küresel ağına “yerleşme”ye öncelik veriyorlar. Bu nedenle, Erdoğan’ın ABD karşısında Rusya ve Çin ile girdiği ilişkilerin, bu sürecin sonunda, Türkiye’nin ABD ve Batı emperyalizmine bugünkünden çok daha beter bir biçimde sömürüye açılmasının yolunu döşediğini görmemiz çok daha büyük bir olasılık.
ABD ve “Batılı” finans kapital merkezleri ile Rusya ve Çin finans kapitali arasındaki ilişkilerin “Erdoğan’ı kimin elde edeceği” sorunu üzerinden çatışmaya girmelerini beklemek ise komiklikten de öte bir şey. Bugünkü açık faşizm, Türkiye’nin ABD emperyalizminin yeni sömürgesi olmaktan çıkarıp bağımsız bir ülkeye dönüştürme potansiyelini hiç ama hiç taşımıyor. Erdoğan faşizminin taşıdığı tek potansiyel, Türkiye insanının emek gücünü bugün olduğundan çok daha ucuza ve çok daha kitlesel bir biçimde dünya kapitalizmine aktarmak ve Türkiye toprağını küresel fabrikanın berbat ve izbe bir çöplüğüne dönüştürmektir. Erdoğan faşizminin zorunlu sonu kapitalist dünya sistemine (hem de “Anglosakson emperyalizmine”) şimdikinden çok daha kötü bir yerden yeniden-entegrasyondur. Çünkü Erdoğan faşizmi, finans kapitalin en emperyalist, en gerici, en şovenist kanadının açıktan açığa yıldırıcı diktatörlüğüdür. Bu sınıfsal özünü ortadan kaldırdığınızda Erdoğan’dan geriye hiçbir şey kalmaz.
Faşizm ve “Bağımsız Türkiye” mücadelesi yan yana telaffuz dahi edilemez. Uşaklar patronlarını yalnızca polisiyelerde öldürür. (1) Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan başlayarak akla gelebilecek herşeyi ticari mala dönüştürmekte, Özal’la rahmet okutacak bir pratik sergiledi. *Bu yazı eşzamanlı olarak www.sendika62. org’da yayımlanmaktadır.